25 Haziran 2011 Cumartesi

ÇOCUKLUK-1...


Ben Böyle Veda Etmeliyim.” İsmail Cem’in, hastalığının son aylarında, Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide; anı, görüş ve düşüncelerinin toplandığı kitabın adı bu. Bana göre; merhum İhsan Sabri Çağlayangil ve merhum Turan Güneş ile birlikte, bir diplomatın nasıl olması gerektiğinin katıksız örneklerini oluşturan, sorumlu oldukları dış politikadaki duruş, deneyim, bilgi ve bilgelikleri ile Türk dış siyasetine onur kazandıran üç Dış İşleri Bakanı’ndan biridir Cem. Her üç siyasetçi için söylenecek, anlatacak, ders alınacak çok şey var ama bu yazının konusuna ilham veren, Cemin daha kitabın ilk sayfasındaki sözleri. Çocukluğunu soruyor Can Dündar İsmail Cem’e. Aldığı yanıt; “Çocukluk, mutluluk demek.”
Ben ve Ayvalık’taki yaşıtlarım, sorulsa aynı cevabı verebileceğimiz bir çocukluk yaşadık. Hiçbirimiz çok varlıklı ailelerin çocukları değildik ama mahallemiz, komşularımız, arkadaşlarımız... güneşimiz, denizimiz, toprağımız... bahçemiz, meyvemiz, sebzemiz... sağlığımız, neşemiz, oyunlarımız... kısacası herşeyimiz vardı. Dokuz tane düz taş bulmak ve üst üste koymak, iki takıma ayrılarak o taşları devirmeye çalışmak tüm öğleden sonramızı ‘dokuz taş’ ya da anlamını bilmediğimiz halde o şekilde adlandırdığımız ‘Dalila’ oyunu ile geçirmemize yeterdi. ‘Esir almaca’ oyunu için oyuncağa gerek yoktu ki, mahalleli çocukların bir araya gelmesi yeterdi. ‘Taş taş üstüne’ için iki tane büyük,
‘kız oyunu’ diye küçümsediğimiz ama gizliden hepimizin oynadığı ‘beş taş’ için beş tane küçük taş saatlerce oyalardı bizi. ‘Saklambaç’ta ne gizli köşeler, ne bodrum katları, ne dam altları keşfettik. Paramız olduğunda birkaç kuruşa kıyıp aldığımız ve her birini elmas damlaları gibi gözümüzden sakındığımız tek oyuncağımız herhalde ‘bilye’ idi. ‘Kafa karış’ın kurallarını biz koyar, biz bozardık. Ablalarımızın ağabeylerimizin gençliklerinde bir ara moda olan ‘Hoolahoop’ çemberini bile, bahçe hortumunun ucundan kesip kıvırarak kendimiz yapardık.
Birkaç yıl önce ‘asrın icadı’ diye köpürtülüp sonunda altından çıka çıka tek ayakla yürütülen ‘tornetin’ çıktığı oyuncağı biz Ayvalıklı çocuklar elli yıl önce yapmıştık. Telden yapılma, ucu kanca gibi kıvrılmış bir dirgen ve çemberin peşinde, hayali otomobilleri sürerek ve çocuk gırtlaklarımızdan garip motor sesleri çıkararak koştururduk. Kimi zaman bahçedeki iki tahtanın birbirine çakılarak yapıldığı ‘kılıç’larımızla Errol Flynn gibi korsan olurduk, kimi zaman kargıdan atlarımıza atlayıp oyunda yer almayı kabul eden mahallenin kızlarını kötü adamlardan kurtaran Tyrone Power gibi kovboy. Rahmetli Nihat (Ezer) amcamızın bodrumunda, sevgili arkadaşım, kadim dostum Salih (Ezer) ile birlikte iki mum, bir tülbent, kendi ellerimizle kesip biçtiğimiz, yapıştırdığımız kahramanlarla ‘Karagöz-Hacivat’ oynattığımız bile olmuştu, yani biz, yaşları 7-8 civarında olan Ayvalıklı çocuklar; ‘Hayali Küçük Ali’ kimdir bilirdik.
Hiçbirimiz zengin değildik ama bizim, adının o olduğunu bile bilmediğimiz zengin bir ‘hayalgücümüz’ vardı. Şimdi, 60’lı yaşlardan geriye doğru bakıyorum da, ilerleyen yazılarda sizlere aktaracağım, unutulmuş ama unutulmaz anılarla yüklü ‘çocukluğumuz’ bizim için de saf bir ‘mutluluk demek’ti. Ve bu mutluluğun kaynağı, o yıllarda, Ayvalık’ta büyümekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder