5 Mart 2011 Cumartesi

GÜN...


Geçenlerde bir gün Kadiköy’deki alışveriş merkezlerinden
birinde; beni bir anda ‘neredeyim ben, nasıl yani, ne oluyor’
sorularıyla karşı karşıya bırakacak bir durumla karşılaştım.
Alışveriş merkezi formatının vazgeçilmezi olan en üstteki
yiyecek-içecek katında, yaşları 60 civarlarında, ondan fazla
teyze (kendimin de 60 yaşında olduğumu bazen unutuyorum,
onlara ayıp ettiysem gıyaplarında özür dilerim) 6-7 masayı
birleştirmiş, ‘gün’ yapıyorlardı. Yani bayağı bayağı, baş örtülü,
pazen giysili, gözlükleri burunlarının üzerine düşmüş,
herhangi bir kasabada, örneğin Ayvalık’ta görebileceğimiz,
analarımız, teyzelerimiz, komşularımız gibi kadınlar örgülerini,
tığ işlerini almış, kahkahalarla kesilen sohbetlerini ediyor,
el işlerini yapıyor ve arada bir, önlerindeki ‘kağıt’ fincanlardan
çaylarını yudumluyorlardı. Genç kardeşlerim ve yeni nesil bu;
gün’ olayının kültürümüzde ne kadar özgün bir yerinin
olduğunu bilmeyebilir ve bunu; tanık olduklarını değil yine
ancak duyduklarını sandığım ‘konken günü’, ‘altın günü’ gibi
etkinliklerle karıştırabililer. Bizim çocukluğumuzda, yani
‘mahalle’ ve ‘komşuluk’ gibi kavramların hala var olduğu
dönemlerde annelerimizin ‘günü’ olurdu. Örneğin benim
anacığımın günü ‘her ayın üçüncü cumartesisi’ idi.
Mahalledeki bütün kadınlar, birbirlerinin gününü bilirlerdi
ama yine de o günden bir gün önce (birilerinin kulakları
çınlasın, her evde var olan en az iki-üç) çocuktan en küçüğü
kapı kapı dolaşır, ‘yarın annemin günü, sizi bekliyor’
diye bir anlamda döneminin ‘LCV’ hizmetini görürlerdi.
Bizim evde bu görev; tekne kazıntısı olan bana düşerdi.
Neredeyse komşu teyzeler kadar hevesle beklerdim annemin
gününü. Çünkü o sabahtan itibaren hummalı bir faaliyetle
börekler, poğaçalar, üzerine kakaolu sos sürülen kekler,
annemin favori tatlısı olan ‘kadın parmağı’, bahçeden
taze toplanmış meyvelerle adeta mini bir şölen hazırlanır,
ben de gerek önceden hazırlanırken, gerek sonradan kalan
bu, bir anlamda açık büfeden ‘tıksırıncaya kadar’
yararlanırdım.
Öğleden sonra saat iki gibi teyzeler birer ikişer gelirler,
kapıda ayakkabılar yanlarındaki ekstra torbadan çıkarılan
terliklerle değiştirilir, her Anadolu evinde bu amaçla
adlandırılan ‘misafir odası’na geçilir, başta sözünü ettiğim
ve beni bu satırları yazmaya, 50 yıl öncesine götüren
 tığ işleri, örgülere başlanır, ikramların ve mis gibi çayın
eşliğinde koyu bir sohbete dalınırdı. Mahalle haberleri,
evlilikler, çocukların okul durumları, geçim gibi konulardan
yavaş yavaş radyodan ve gazetelerden takip edilen
(televizyon olmadığı için, tüm yaş kuşakları gibi o gün için
bana ‘yaşlı’gelen teyzelerimiz de okumayı ve dinlemeyi iyi
bilirlerdi) ülke ve dünya haberlerine geçilirdi. Arada bir
sehpalardan yiyecek bir şeyler aşırmak için odaya dalıp
çıkarken kulağıma; ‘haftaya Celal Bayar Ayvalığa geliyormuş’,
‘Necdet Elmas’ı yakalamışlar’, ‘İran Şahı Süreyya’yı
boşuyormuş’ gibi cümleler takıldığını hatırlıyorum.
Beylerin’ eve gelme vaktinin yaklaştığı akşam üzerine
doğru arkalarında bir ‘ait olma’ duygusu bırakarak, en yakın
‘gün’de bir araya gelmek üzere birer birer ayrılırlardı.
Her birine dair yüzlerce anıyı yüreğimde sakladığım güzel
zamanlar, güzel insanlardı. Bu yaşlara ulaştığım şu
dönemlerde onları daha bir sevgiyle anıyor, anlıyor,
kalanlara sağlık, çoğunu yitirdiğimiz büyüklerimize rahmet
diliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder