İlkokul 1., 2. sınıftan, yani 7-8 yaşlarımdan itibaren (inanması
bana bile zor geliyor ama yarım yüzyıldan fazla zaman geçmiş
üzerinden) evin çarşı-pazar alışverişini ben yapardım. İki ablam ve
ağabeyim dışarıda, yatılı okularda okudukları için bu görev bana
düşüyordu. Bizim çocukluğumuzda ana-baba sözleri
sorgulanmadan yerine getirildiği için hiç şikayet etmez, bunu
hayatın bir parçası olarak kabul ederdim. Şikayet ne kelime, benim
için başlı başına bir keyifti bu. Kendimi bir işe yarar hissetmenin,
bir sorumluluk yüklenmenin ilk tohumlarıydı bu alışverişler.
Annem döner kapaklı sepetimizi, alınacak şeylerin listesini
ve tahmini tutar olan parayı elime verir; “Hangi dükkana girersen
gir önce mutlaka günaydın ya da hayırlı işler de.”, “Dükkan sahibi
yokken içeri girme, dışarıda bekle.”, “Para yetmezse listedeki şunu
ya da şunu alma, sakın borç yapma.” gibi, bu yaşıma kadar
unutmadığımı, damarlarıma işlediğini sonraları keşfettiğim öğütlerle
uğurlardı beni. Listeye bakar ve bir alışveriş güzergahı belirlerdim.
(Bunu eşimin gizli gülümsemelerine rağmen Kadıköy çarşısına
inerken bu yaşımda hala yapıyorum.) Örneğin yoğurt alınacaksa
önce şimdiki arabacılar meydanının tam köşesinde yer alan,
ilkokul arkadaşım Ali’nin babasının mandırası olan
(şimdi sevgili dostum Ethem’in eczanesinin yer aldığı) Üstünsoy
Mandırası’ndan başlardım. Sonra hale gelir ya Orhan ya da İdris
ağabeyin manav dükkanından sebze-meyve alır, ‘Zaro’ Hasan’ın
kasabına uğrardım. Esnaf, artık alıştıkları bu küçük müşteri ‘hayırlı
işler’ diye dükkandan girince beni ‘ooo, hoşgeldin çavuş’ diye
karşılardı. İstediklerimi verir, parayı alır, elimdeki listeye kaç para
aldığını yazardı. Her ay başı, babam maaşını aldığında bu alışverişin
taçlandığı bir gün olurdu. Çünkü o gün, şekerci dükkanına gidip
Mahmut ağabeyin 100 gramlık kavanoza, büyük bir tenekeden
kepçeyle doldurduğu pralin alma izni vardı. Mahmut ağabey
bununla kalmaz, her çocuğun gözlerini ışıldatacak bakır kapaklı
büyük kavanozlarda duran akide şekeri ya da bademlerden ikram
ederdi. İşim bitince neredeyse kendim kadar olan sepeti koluma
takar, sürükleye sürükleye otobüse giderdim.
Yıllar sonra büyüyüp kocaman adam olunca ailemle birlikte
her Ayvalık ziyareti sonrası İstanbul’a dönerken bir alışkanlık
geliştirmiştik. Son gün yola çıkmadan önce, yine eski alışkanlıkla
İdris ağabeyin manavından kasalar dolusu taze sebze-meyve alır,
bagaja yükler sonraki haftalarda İstanbul’da, bir garip Ayvalık
özlemi ve lezzetiyle onları tüketirdik. 10 yıl kadar önceydi yine
bir yolculuk öncesi ritüele uyarak hale gittim. Halin; Türkiye’nin
başka hiçbir köşesinde görmediğim zenginlikteki renkleriyle,
çeşitleriyle her zaman doğal bir tablo görünümünde olan
tezgahlarında neredeyse boş denecek kadar az ürün vardı.
“Hayırdır İdris ağabey?” diye sordum. “Bugün mal geç kaldı be
çavuş.” dedi yılların manavı. “Sarımsak şurası İdris ağabey,
nasıl geç kaldı?” diye sorduğumda aldığım cevabın yarattığı
hayal kırıklığını unutamıyorum. “Sarımsak mı kaldı Hüseynim,
mal İstanbul’dan geliyor artık.”
17.000 civarında nüfusu vardı Ayvalık’ın o dönemlerde.
Herkes birbirini tanır, sever, sayar, korur, yardımcı olur, güvenirdi.
Evet, yarım yüz yıldır yaşanan bütün olumlu gelişim ve değişimlere
rağmen o Ayvalık’ı ve o Ayvalıklıları özlüyorum. Aslında ben
galiba Ayvalık’tan hareketle ‘o Türkiye’yi’ özlüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder