Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir deneyde; Amazonlar’ın hala uygarlıkla tanışmamış yörelerinden birinden bir yerli, bilim adamları tarafından uyutulup New York’a getiriliyor ve gözlerini Mahhattan’da açıyor. Aynı tarihte ama farklı bir çağda yaşayan bir insanın uygarlık karşısındaki sosyolojik tepkilerini ölçmek gibi bilimsel bir iddiası olsa da bence son derece acımasız bir bir deney olan bu girişimin sonunda yerli kendini öldürüyor.
Elbette yukarıdaki kadar uç bir örnek olmasa da; güzel, tanıdık, sıcacık kasabamızda ‘alışılmışın’ güveniyle yaşarken, üniversiteyi kazanıp ‘büyük kente’ giden ben ve benim kuşağımdan birçok arkadaşım kendimizi; vahşi bir değişimin içinde bulduk. Kültürümüzde bu durumu anlatan çok hoş deyişler vardır. ‘Köyden indim şehire, şaşırdım birden bire.’ ya da ‘Eller aya, biz yaya.’ gibi. Her ne kadar o yıl (1969) ‘eller’ gerçekten ilk kez aya gittiyse de, biz elbette bu şablona tam oturmuyorduk, ne de olsa Batı’nın en gelişmiş kasabalarından biri olan Ayvalık’tan geliyorduk ama kalabalık, trafik, gürültü, üniversite ortamının kendine özgü (şimdilerde esamesi okunmayan) özgürlüğü, olaylar, insanlar hatta binalar bile şaşkına çevirmişti çoğumuzu.
Ankara’nın merkezindeki Kızılay Meydanı’nda Ankaralıların övünerek ‘gökdelen’ adını verdikleri bir yapı vardı. Gerçekten de; bugün için artık sıradan bir yükseklikse de 26 katıyla o sırada Türkiye’nin en yüksek binasıydı. Bu Gökdelen’in ilk üç katını -sanırım- Türkiye’nin ilk alış veriş merkezi olan GİMA kaplıyordu. Ve; aman Allahım o da ne; bu katlar birbirine ‘yürüyen merdiven’le bağlanıyordu. Bu satırları okuyan -eğer varsa- genç kuşaktan kardeşlerimizin gülümsemelerini göze alarak söyleyebilirim ki yürüyen merdiven bizim için mucize gibi bir şeydi. İlkokulda başlayan arkadaşlığımızın orta öğretim, üniversite ve sonrasında da aynı sıcaklıkla devam edip 50 yıldır dost olduğumuz sevgili kardeşim Kaya Timuçin ile okuldan şehre indiğimizde (üniversite kampüsü şehir dışındaydı ve hafta sonlarında sinema, yemek gibi aktiviteler için şehre inerdik) en büyük eğlencelerimizden biri; o mağazaya gidip bir aşağı bir yukarı, yürüyen merdivene ‘binmek’ti.
Mağazadaki onca ürün arasından bizi en çok şaşırtan şeylerden biri de konfeksiyon reyonuydu. Üniversiteyi kazanınca sevgili babam beni Ayvalık’ın gelmiş geçmiş en seçkin terzilerinden biri olan Süleyman Ok’un dükkanına götürmüş ve kalfası Celal Usta’nın övünerek söylediği ‘İngiliz Kumaşı’ndan bir takım elbise diktirmişti bana. Ve ben şimdi, benim için özel olarak dikilmiş ve sadece ‘bir’ tane olan ceketlerden, pantolonlardan yüzlercesini görüyor, inanamıyordum.
Türkiye’de her şey çok ve hızlı değişti sevgili dostlar. Düşünün, ‘Bizim Kuşağı’n tanık olduğu ve uyum sağlamaya çalıştığı onlarca sıçramadan; bugün için komik bile sayılamayacak iki şeyden, yürüyen merdiven ve konfeksiyondan söz ediyorum. Uygarlığa doğru yürüyüşte; zaman zaman kendimizi o Amazon yerlisi gibi hissetmemize neden olan gerçek değişimler üzerine de bir başka yazıda sohbet ederiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder