Televizyonla tanıştığımda 18-19 yaşlarındaydım. 1989 yılında
Magic Box Star-1 adıyla ilk özel tv kanalının kurulmasından bu yana
geçen sadece 22 yıl içinde, televizyon denilen iletişim aracının;
ülkemizde, dünyanın hemen hiçbir ülkesinde geçirmediği hızlı evrimin
her aşamasına tanık oldum. Bugün Türkiye’de (yöresel kanallar hariç)
tam 205 televizyon kanalı var. Batı’dan ithal ettiğimiz birçok
uygulamada olduğu gibi gerekli teknoloji ve insan kaynağı altyapısını
oluşturmadan soyunduk bu işe de. Hemen hepsi TRT kökenli,
bu işin ustası sınırlı sayıda yayıncı, yönetici, programcı,
habercinin de böylesine bir sistemin gereklerini karşılayabilmesine
olanak yoktu. Buna bir de -özellikle son yıllarda yaşanan ve çoğunluğu
siyasi nedenli- el değiştirmeler, alışlar, satışlar, tek yönlü yayıncılık
anlayışı eklenince televizyon denilen ve halkımızın tama yakın bir
çoğunluğunun tek vakit geçirme aracı olan bu camlı kutu,
‘Pandora’nın Kutusu’na dönüştü.
RATING… Hayatımıza -doğal olarak o da ithal bir kavram olan-
‘rating’ denilen bir değerlendirme anlayışı girdi. Yani Türkçesi ile
‘izlenme oranı’. Artık her şey bu ‘rating’ uğruna yapılıyor. Yarışmalar,
evlilik programları, emekçilerinin ne halde olduklarını günlerdir
okuduğumuz, izlediğimiz yerli diziler, futbol karşılaşmalarının yayın
haklarını elde edebilmek için gözden çıkarılan dudak uçurtucu
paralar, her kanalın kendi dünya ve siyaset görüşüne uygun
olarak hazırladığı, anlı şanlı akil adamların yorumcu olarak katıldığı
-sözüm ona- tartışma programları, kendilerine çok genel geçer,
nerede başlayıp nerede bittiği bilinmeyen bir tanımla ‘sanatçı’ diyen
bayların ve bayanların ‘sanatlarını’ icra ettikleri eğlence programları…
HABERLER…Ve en acısı; haber programları. Adı üzerinde;
bizlerin olan bitenden haberimizin olması amacıyla hazırlanması,
Türkiye’de ve dünyadaki gelişmeleri tarafsız bir görüşle aktarması
gereken, günün en önemli kuşağı. Hemen hepsi artık birer
‘adliye dosyasına’ dönüşmüş durumda. Ekranlardan adeta kan
damlıyor. Ölüm, cinayet, hırsızlık, terör, kaza, çeşitli mahkemelerden
yansımalar, siyaset günlüğü, hakaretler, o bunu demiş, bu bunu
komuşlar… Tabii başka bir bakış açısıyla; ‘eh ülkede bunlar oluyorsa
haberci de bunları yayınlamak zorunda’ denilebilir. Buna itirazım yok.
Benim itirazım işin ‘ne’sine değil, ‘nasıl’ına. Kanallar, adeta birer
sözcü olarak faaliyet gösteriyorlar. Haberlerin benim için
-ve sayılarının az olduğunu düşünmediğim bir kitle için-
güvenilirliği kalmadı. En küçük, en önemsiz bir olay bile
artık çok alıştığımız televizyon üslubu ile on dakika önceden
‘şok… şok… şok…’ diye duyuruluyor ve sonunda dağ fare doğuruyor.
ELİ BALTALI ADAM… Bir küçük örnek: Geçtiğimiz günlerde,
üstelik görece olarak güvenilir, saygın bir kanalın haber programında
‘Eli baltalı adam dehşet saçtı… Az sonra!’ diye uzun uzun bir ön
haber geçildi. Bekledik. Bir Ege ilçesinde, şalvarlı, kasketli, bir adam,
sırtına yasladığı baltasıyla yürüyordu. Sadece yürüyordu!
‘Sorumlu’ bir vatandaşın ihbarı üzerine oraya gelen polisler
etrafını sarmış, baltasını bırakması için sesli uyarıda bulunuyordu.
‘Dehşet saçan eli baltalı adam’ buydu. Ve haber bu kadardı.
Rating uğruna yapılan bu seviyesizlik karşısında gerçekten
‘şok’a uğradım. Çünkü Ayvalık’ta, benim küçüklüğümde,
her kış öncesi eve odun alındığında bu ‘eli baltalı’ adamlar
ortaya çıkar, kapımıza kadar gelir, ‘kırılacak odun var mı’ diye sorarlar,
odunu kırar, parasını alır, analarımızın ikram ettiği iki kap yemeği yer
giderlerdi. Ne kimse ihbar ederdi onları, ne de bir haber konusu olurlardı.
Çünkü ‘tek gözlü canavar’ uğruna yapılan rating kavgası yoktu.
Çünkü ‘radyo’ vardı. Bir başka yazıda, ‘radyo günleri’nde buluşmak
üzere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder