1951 yılının temmuz ayında, Macaron’daki ahşap bir evde doğmuşum. Daha bir yaşını doldurmadan, babamın etiyle, tırnağıyla inşa ettiği 41 Evler mahallesinde otobüs durağının hemen karşısında, yol kenarındaki iki katlı küçük eve taşınmışız. Çocukluğumu, gençliğimi orada yaşadım. Ne kadar mutlu dönemler olduğunu ancak şimdi geriye baktığımda ve ülkemin bugününü dünüyle karşılaştırdığımda anlayabiliyorum. Hayatımızda; hayatımızı alt üst edecek kavramlara, sürprizlere, kavgalara yer yoktu. Bugünün mantığı ile düşünün. Ayvalık’taydık, binlerce yıllık geçmişinde sayısız uygarlığın ortak mirası olan bir Ege kasabasında.
DOST KAHKAHALAR ... Sabah uyandığımızda pencereden komşularımızın Rumca şakalaşmaları, kahkahaları gelirdi. Mahallemiz, son yılların moda deyişiyle, bir kültürler mozayiği gibiydi. Örneğin biz Doğu kökenli bir aileydik. Erzurum’dan göç etmiştik. Ayvalığın tarihinde unutulmaz hizmetleri olmuş, dönemin belediye başkanı Avni Baskın Karslıydı. Komşularımızın kökenleri lakapları olmuştu. ‘Serezli’, ‘Kandiyalı’, genel söylenişiyle Adalı (yani) ‘Giritli’... Çok ciddi bir Boşnak nüfusu vardı (hala var). Macar kökenliler vardı. Karadenizliler vardı. Tarihin en eski, en köklü topluluklarından olan ve sanki kökenlerini söylemek ayıpmış gibi son yıllarda icat edilen ‘Roman’ sözcüğünün aksine, bizim her zaman sevgiyle söylediğimiz, kucakladığımız Çingene dostlarımız, arkadaşlarımız vardı hatta apayrı bir mahalleleri vardı.
KARDEŞTİK... Ayrım nedir bilmezdik. Komşuyduk, arkadaştık, dosttuk, ortaktık, kardeştik. Tohumlar sadece toprağa atılırdı, yüreklere değil. Herşey, olması gerektiği gibiydi. Hatta mevsimler bile. Yaz yazlığını bilirdi, kış kışlığını. Domates domates gibi kokardı. Şeftali için yazı, portakal için kışı beklerdik ve kavuşması ne güzel olurdu. Büyüklerimiz; “Bu yıl ayva az yaptı, kış sert geçecek.” derlerdi, inanırdık ve öyle geçerdi. Biz çocuklar için bütün yıl yolu gözlenen bir misafir daha vardı:
PİDE! Ramazan birçok yaşıtım gibi, daha 6-7 yaşlarında olan benim için de; sahura kalkıp günün bu aykırı saatinde ailemle birlikte sofrayı paylaşmak, ciddi ciddi niyetlenmek, masada uyuklarken sıcacık yatağa taşınmak, ertesi gün öğlene doğru ‘acıkma’ şikayetlerinin, anneannem Kamer hanım tarafından bilgece bir gülümsemeyle; “Çocukların orucu öğlene kadardır, gel sana yemek koyayım da ye!” denilerek, sözde ‘ikna edilmek’, ama hepsinin ötesinde, (şimdi İstanbul’da senenin her günü, herhangi bir fırından pide almanın mümkün olmasının aksine) akşam üzeri iftardan hemen önce çarşıdaki ‘İhsan beyin’ fırınının önünde kuyruğa girip el yakan sıcacık pideleri alıp eve koşturmak anlamına gelirdi. Oruç açılır, iftar edilir, Türkiye’nin dört köşesinden gelip Ayvalık’ta ve Ayvalık’ın 41 Evler mahallesinde kader birliği etmiş farklı etnik ve coğrafi kökenli ‘komşular’ birlikte aynı camilere teravihe giderlerdi.
Peki sonra...
“Önce ekmekler bozuldu.” Oktal Akbal
ya da...
“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.” Özdemir Asaf
ya da...
“Biz büyüdük ve kirlendi dünya.” Murathan Mungan/Yeni Türkü
Bütün hemşerilerimin Ramazan-ı Şerif’lerini kutlar, kendileri, aileleri, kasabamız ve ülkemiz için barış ve hayırlara vesile olmasını dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder