14 Ağustos 2010 Cumartesi

HENÜZ...

Sabah saat 05:00 sularında ezan sesiyle uyandım. Otelimizin baktığı geniş meydandaki küçük ama oya gibi işli, neredeyse üç yüz yıllık bir geçmişi olan caminin minaresinden yayılan insan sesi (hoparlör değil) müslümanları sabah namazına çağırıyordu. Üç gündür başkentteydik. Amacımız; bir müşterimiz için çekeceğimiz kurumsal film için ‘saha araştırması’, plan tespitleri yapmak, çekim programı çıkarmaktı. Her zaman yaptığım gibi; hem görevimin gereklerini yerine getiririyor, hem de bu gezileri; yörenin geçmişi üzerinde bilgilenmek, çeşitli sınıflardan insanlarla bir arada olmak ve dağarcığımı zenginleştirmek için kullanıyordum.
İKİ KARAKTERLİ... Şehir, yaşam ve insanlar iki karakterliydi sanki. Bir yanda lüks semtler, neredeyse tüm önde gelen Avrupa markalarının vitrinlerini süslediği mağazalar, pahalı restoranlar, alışveriş merkezleri, Mercedesler, Hammer cipler, BMWler, şık, bakımlı, ayrıcalıklı insanlar... Diğer yanda kanalizasyon altyapısı bile olmayan mahallelerde, bitişik düzen yüzlerce toplu konuta sığışmış kadınlar, erkekler, çocuklar, bakımsız sokaklar, işçi pazarlarında umutsuz yüzlerle bekleşen yığınlar. Hemen her ana kavşakta, üzerindeki heykelin söküldüğü; yıkılmış, yıpranmış kaideler duruyordu. Birlikte gezdiğimiz başkentli arkadaşa bunların ne olduğunu sordum. Eski devlet başkanlarının heykellerinin kaideleri imiş. Hepsi yıkılmış, parçalanmış, yok edilmişti. Bir zamanlar kişisel konutu olan lüks villa; önündeki direkte ABD bayrağının dalgalandığı Amerikan Kültür Merkezi olmuştu. 20. yüzyılın; dünya siyasasına damgasını vurmuş sayılı liderlerinden biri olan eski devlet başkanı sanki hiç var olmamıştı.
REFERANDUM... O hafta sonu referandum vardı. Şehir baştan başa bayraklarla donatılmıştı. Afişlerde, bayraklarda, billboardlarda, dağıtılan el broşürleri ve kitapçıklarda, kurtuluşun ‘evet’de olduğu, sonuç ‘evet’ çıktığı takdirde herşeyin çok daha iyi olacağı yazılıydı. Ama kimin için, neden ve nasıl? Hiçbir yazılı metinde ya da akşam yayınlanan TV programlarında bunun bir açıklaması yoktu. Yetkililer; yüzlerinde hiç değişmeyen plastik gülümsemelerle yaptıkları konuşmalarda halktan ‘referanduma evet’ oyu istiyorlardı, o kadar! Orada gördüklerim, bir toplumun kimliğini yitiriyor, kimyasının bozuluyor olma süreciydi. Hemen her adımda, bir ülkenin; tarihini, değerlerini inkar ve yurttaşlarını belirsiz bir geleceğe mahkum edişinin sonuçlarını görüyordum. Bir ‘evet’ ya da bir ‘hayır’la belirlenecek bir gelecek. 12 Eylül’de sandık başına gittiğimizde kendimize sormamız gereken soru; çocuklarımız için nasıl bir gelecek istediğimiz olmalı sevgili hemşerilerim.
Son söz: Yukarıdaki anlatılan ve tümüyle gerçek olan yer, olay ve kişilerin ‘henüz’ bizimle ilgisi yoktur. Ülke Arnavutluk, başkent Tiran, lider Enver Hoca, söz konusu edilen referandum Avrupa Birliği’ne katılım oylamasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder