Son yirmi- yirmibeş yıl içinde ülkemizde hızla değişen yaşam anlayışı ve alışkanlıkları, beraberinde yeni bir kavram daha getirdi. ‘Zincir Mağazalar.’ İyi mi oldu, kötü mü tartışma götürür ama bu mağazaların bize dayattığı alışveriş anlayışı sonucunda, en azından, toplumumuzun vazgeçilmez köşe taşlarından olan bakkalların yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığı bir gerçek. Bu; ‘zincir mağazalar’ anlayışı o kadar ileri gitti ki, sadece gıda, temizlik, elektronik vs. ihtiyaçların bulunduğu ulusal ve uluslararası markalarla sınırlı kalmadı, hayatın hemen her alanına yayılır oldu. Ben İstanbul’a 26 yıl önce geldim. Bir gün Göztepe’de dolaşırken küçük, mütevazı bir dükkanda su böreği yapıldığını görünce eski bir dosta kavuşmuş gibi oldum. Çünkü damağımda hala sevgili annemin ve rahmetli anneannemin bazı Pazar günleri, adeta bir ritüel özeniyle pişirdikleri su böreğinin tadı vardı ve yemeyeli yıllar olmuştu. Dükkanın sürekli müşterisi olduğumu söylememe gerek yok sanırım. Sonra ne mi oldu? 1980’li yılların hayatımıza getirdiği; televizyonlarda büyük büyük akil adamların ciddiyetle açıklamaya çalıştığı ama sıradan vatandaşa ne getirip ne götürdüğü meçhul; ‘libeal ekonomi’ anlayışı sonucunda o su böreği dükkanı bir ‘zincir mağaza’ya dönüştü. Son iki-üç yıldır artık almıyorum çünkü el emeğiyle yapılan börek artık fabrikasyona döndü, plastik gibi, içindeki kıymanın ağırlaştığı, yağın mideyi bozduğu bir ‘zincirleme’ reaksiyona sebep verir oldu. Bu değişimleri izliyorum. Zaten sosyolojik tanımlaması bile ‘sokaktaki adam’ olan topluluk, yani biz; yapılanları, dayatılanları sadece izleriz, o kadar. Yıllar içinde; biraz palazlanan her marka zincir kurmaya başladı. Şimdi İstanbul’da mantıcılar, kahveciler, pastaneler, hastaneler, okullar... ne ararsanız onun zinciri var. Ve hiçbirinde sevgili Ayvalığımın iki pastanesindeki tadı, özeni bulmama imkan yok. Bu; nostalji değil, gerçek. Taşçıoğlu ve İmren ve pastaneleri. Ve dükkanlarıyla özdeşleşmiş iki usta isim. İki dakika bile yerinde duramayan, arı gibi çalışan, kasadan masaya her müşterinin her ihtiyacını güleryüzle ve mutlaka küçük bir hatır sormayla karşılayan, lor tatlısı denilince ilk akla gelen Talat Taşçıoğlu. Genç yaşta kaybettiğimiz, kırmızı yanakları, her zaman gülen gözleri, pembe-beyaz tertemiz elleri ve birçok çeşidinin yanı sıra o tadına doyulmaz lor peynirli börekleri ile Mehmet Ali ağabey. Sabahları esnafın işe gitmeden önce uğrayıp birbirleriyle yaptıkları laf atıştırmaları, espriler eşliğinde kahvaltılarını ettiği, iki tanıdık, sıcak mekan.
Ayvalığa genellikle sabah erken saatlerde varan otobüsle geliyorum. Daha garajdan eve gitmeden; 7:00-7:30 gibi önce İmren’e uğruyorum, 4-5 peynirli börek alıp sonra gidiyorum çünkü saat 9:00’dan sonra kalmadığını bilecek kadar Ayvalık’lıyım. Bu arada Mehmet Ali ağabeyin geleneğini sürdüren İmrenciler’i ve geçmişimden bir-iki yüzü görmüş oluyorum. Son gelişimde, örneğin, eski itfaiye müdürümüz Kemal ağabeyi, beni bağışlarsa Ayvalıklılar’ın kendisini andığı takma ismiyle Gana Kemal’i gördüm. O güne kadar belki de yüzlerce kez yaptığı gibi oturmuş böreğini yiyor, çayını içiyordu. Selam olsun hepsine. Ve Ayvalık’tan ayrılmadan önce de mutlaka Talat ağabeye uğrayıp lor tatlısı alıyor, İstanbul’a döndükten sonra hiç değilse bir-iki gün daha ‘zincirlere’ takılmayıp Ayvalık havasını teneffüs ediyorum. Bu yazı dizisinde her zaman yaptığım gibi; Ayvalık’a kendi alanlarında imzalarını atmış olan bu iki büyüğümden Mehmet Ali ağabeyi rahmetle anıyor, son gelişimde, dükkanın önündeki masaya oturmuş çayını yudumlarken gördüğüm Talat ağabeye sağlıklar diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder