24 Mayıs 2010 Pazartesi

SINEMALARIMIZ

İnsanı diğer canlılardan ayıran bazı temel sınıflandırmalar vardır, bilirsiniz. Kimi görüşe göre gülebilmemiz, kimi görüşe göre konuşabilmemiz. Bazısı ‘düşünme’ yeteneğimizi ön plana çıkarır, bazısı üretme... Hepsi doğrudur. Bir diğer anlayış da insanın yeryüzündeki tüm canlılar arasında ‘güzel sanatlar’ ürünleri veren tek canlı olduğunu öne sürer. Geride bıraktığımız yüzyılda bilinen güzel sanatlar formlarına bir yenisi eklendi: Sinema! Adı da konuldu: 7. Sanat. Bu sütunu arada bir okuyan Ayvalıklı’lar, çocukluğunu ve gençliğini Ayvalık’ta geçiren bu satırların yazarının; aileleri, öğretmenleri ve çevreleri tarafından sunulan olanaklar sonucu, kültürel alanda kazandığı edinimlerden dolayı kendini ne kadar şanslı hissettiğini bilirler. Sinemalarımız da bu sürecin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Dile kolay; 40-50 yıl öncesinden bahsediyoruz ve bu benzersiz kasabanın o dönemlerde iki kışlık, sonra eklenenlerle birlikte tam dört yazlık sineması vardı. Hayatın her alanında olduğu gibi sinema konusunda da; yapılabilecek onlarca iş varken gönlünü bu işe koymuş, lakabı ve sıfatı olan ‘sinemacılığı’ onurla giyinen bir öncü vardı Ayvalık’ta. Sinemacı Naci bey. Kapalı sinemalarımız Şehir ve Kulüp sinemalarıydı. Her Perşembe günü; uzun yıllar boyu Ayvalık’ın dışarıyla irtibatını tek başına sağlayan Kazaz otobüsleriyle makara makara filmler gelirdi ve Cuma sabahı; Ziraat Bankası’nın duvarına dayanmış ayaklı panolarda o hafta boyunca oynayacak filmlerin afişlerini görürdük. Bizi yeni dünyalara taşıyacak, hayal gücümüzü zenginleştirecek; örneğin ‘Gemici Sindbad-32 kısım tekmili birden!’ Ya da ‘Rasputin, Notre Dame’ın Kamburu, 7 Kardeşe Yedi Gelin, Siyah İnci, Mike Hammer, Sefiller, Monte Cristo Kontu...’ Program Cuma akşamı yenilenir, Cumartesi ve Pazar günleri iki kere matine olurdu. Sabah 10:00’da ve öğleden sonra 2:00’de. Hafta sonunu iple çekerdik. Evden alınan 50 kuruş harçlığın 25’i bilete gider, geriye kalanla bir gazoz (Ayvalık imalatı) ve beyaz leblebi alınır ve sinemanın karanlık ama o ölçüde aydınlık dünyasına dalınırdı. Hangi gün hangi seansa giderseniz gidin, Naci beyi; üç parçalı takım elbisesi, kravatı, gözlerinde bağa gözlükleri, gülümseyen yüzüyle kapıda bulurdunuz. Adeta evine gelen konukları karşılar gibi herkes girene, kapılar kapanana kadar sinemaların önünde dururdu. Zaten yan yana idi iki sinema, Gümrük meydanından alana doğru giderken hemen sağda, deniz kenarındaydılar. Sinemaya gitmek; sınıf farkı tanımaksızın Ayvalıklı’ların bir araya geldiği, bir sosyal etkinliği paylaştığı bir olaydı. Çünkü; bu satırları okuyan, özellikle gençlere inanılmaz gibi gelecektir ama bilgisayar, internet gibi kavramlar bir yana, daha bizleri evlerimize hapseden, televizyon denilen aptal kutusu yoktu. Ayvalık’ın en varlıklı kişileri de aynı salonda olurdu ya da örneğin; (öldüyse rahmet dilerim) Çiyan İsmail gibi renkli simalarımız da. Bir hafta boyunca da; evlerde, kahvelerde, okulda o hafta izlenen filmin sohbeti yapılırdı. Şehir ve Kulüp sinemalarının yazlıkları da vardı. Şehir sinemasının yazlığında oturma sıralarının yanı sıra dört kişilik masalardan oluşan; içecek servisinin de yapılığı bir bölüm vardı. Onlara ek olarak Köprü durağını biraz geçince Yalı ve şimdiki lisenin yerinde tamı tamına 1500 kişilik, adına çok yakışan, Ferah sinemalarımız vardı. Ben Vural sinemasına yetişemedim o yüzden oraya dair bir anım yok. Ama Ayvalık’taki sinema geleneğini tek salonla da olsa sürdürdüğü için bir teşekkürü hakediyor. Yenilere eskileri tanıtmaya yönelik bu yazı dizisinde her zaman yaptığım gibi; ömrünü sinemacılığa adayan Naci beyi ve aynı ruhu yıllarca sürdüren iki oğlu Sümer ve Süner ağabeyleri saygı ve sevgiyle anıyorum. İlerleyen yıllarda sinema eleştimenliği yapmamın, sinema filmleri tercüme etmemin ve şu anda evimde, 1500’ün üzerinde filmden oluşan bir arşivin bulunmasının temelinde mutlaka Naci beyin harcı vardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder