Geçenlerde Kadıköy’den Karaköy’e vapurla geçerken karşımda oturan 20’li yaşlardaki bir gencin cep telefonuyla konuşmasına -istemeyerek de olsa, çünkü kendisi herhangi bir duyulma kaygısı çekmeden, yüksek sesle ve rahatlıkla konuşuyordu- tanık oldum. “Hocam vallahi haftaya teslim edicem ödevimi.” diyordu. Araya birkaç yalandan öksürük sıkıştırarak; “Çok hastayım, evde yatıyorum, bana bir hafta daha verin lütfen.” diye yalvarıyordu. İkna etmiş olacak ki yüzünde mutlu bir gülümsemeyle kapattı telefonu. İnsan beyninin o kadar mucizevi bir çalışma kapasitesi var ki bu küçük olay aldı beni; geçen hafta sizlere anlattığım Sarımsaklı plajına, neredeyse 40-45 yıl önce yaşanan bir ana götürdü. Ege Plajı’nın o zamanki tabiriyle ‘manyetolu’, tek hatlı bir telefonu vardı. Ve elbette ihtiyaca cevap vermesine imkan yoktu. Turistler olsun, plaja gelmiş Ayvalıklılar olsun öğle sıcağında bayılmış yatarken her gün saat 12:00’de Sarımsaklı’nın sağa ve sola çatallanan ana girişinden sarı bir kamyonet gelirdi. PTT’nin özel gezici santralıydı bu ve Sarımsaklı alanına girerken, kamyonetin üzerindeki hoparlörden, o zamanki boş alanlar içinde yankılanan ‘Bak postacı geliyor, selam veriyor!’ şarkısı çalınmaya başlardı. Denizde yüzüyor bile olsanız bunu duyardınız ve gerek yurtiçi gerek yurtdışı acil telefon ihtiyacı olanlar hemen plajın girişindeki çardakların altında sıraya girerdi. Kamyonet gölgeliğe yanaşır, son kişi de telefonunu edene kadar bekler sonra giderdi. Her gün tekrarlanan bir ritüeldi bu. Karşımdaki delikanlının ikinci bir telefonuyla o ana döndüm yeniden. Kız arkadaşını arıyor ve o gün için planlarını tartışıyordu.
Özellikle yeni nesil tarafından sıklıkla sorulduğunu duyduğum bir soru var; ‘yahu şu cep telefonu olmasaydı nasıl yaşardık’ diye. Gayet de güzel yaşardık, inanın. Teknolojinin hayatımıza getirdiği kolaylıkları inkar ediyor değilim ama cep telefonu, internet ve benzeri araçların beraberinde bir o kadar da yabancılaşmayı getirdiğini söylemek yanlış olmaz sanırım. Bilgisayar ekranından dünyaya açılıyoruz ama kendimize kapanıyoruz. İlişkiler bile artık artık dijital oldu. Bilgisayarım bana ‘yarın şunun doğum günü, unutma’ diye haber veriyor. Ben de ertesi gün doğum gününü kutlamak için o kişiye ‘mail’ atıyorum. Bu; iletişim mi allah aşkına? Ne oldu o güzelim kartlara, mektuplara? Kendi el yazımızla, emek vererek yazdığımız, sevdaları, özlemleri, acıları, sevinçleri paylaştığımız satırlara ne oldu? Ve onları bizlere ulaştıran, yeni çağla birlikte hayatın çeşitli alanlarında ortadan kalkmış mesleklerden, işsiz kalmış insanlardan postacılara ne oldu? Yazmadıkça okumaz olduk, okumadıkça yazmaz olduk. Kısacası okumaz-yazmaz bir toplum olduk, ne acı. Çareyi de yine yeni çağ öneriyor. ‘E-gazete’den sonra şimdi bir de ‘E-kitap’ çıktı. Yani internet ortamında gazete, kitap okumak. Sizi bilmiyorum ama ben, teknolojinin getirdiği kolaylıkları; hayatımın temel değerlerinden ödün vermeden kullanmakta direniyorum. Örneğin şu okuduğunuz satırları her hafta gazeteme e-mail ortamında atıyorum. Öte yandan her sabah bir bardak demli çay ve bir sigara eşliğinde dün gece sabaha kadar haberiyle, dizgisiyle, montajıyla, baskısı ve dağatımıyla onlarca basın emekçisinin benim için hazırladığı günlük gazetemi alıp sayfalarını birer birer çevirerek keyifle okuyorum. Kim ne derse desin, uygarlık nereye doğru giderse gitsin yeni basılmış bir kitabın mürekkep kokusunun ve kulağımdaki ‘bak postacı geliyor’ tınısının yerini hiçbir şey tutamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder