Hemen her kasabada; gündelik yaşamın dışında kalmış, halkın biraz sevgi, biraz da merhametle baktığı, çocukların ise o çocukça acımasızlıklarıyla alay ettikleri bazı kişiler vardır. Kendilerine çeşitli lakaplar takılmasına karşın en iyimser deyişle ‘meczup’ diye tabir ettiğimiz insanlardır bunlar. Oysa; dünyanın çok değişik ve birbirinden çok uzak coğrafyalarında şaşırtıcı şekilde ortak bir anlayışla, farklı şekilde nitelenirler. Örneğin; köklerimizin uzandığı Orta Asya’daki Türk kavimlerinde, Kızılderili anlayışında ve Eskimo’lar arasında bu kişilere ‘onlara Tanrı’nın eli deymiş’ denilir ve aşağılanmak ne kelime, ayrıcalıklı olarak davranılırlar. Madem ki hatırlamak ve hatırlatmak üzere yazıyoruz; Ayvalığımızda da iz bırakmış bu ‘Tanrı’nın eli deymiş’ hemşerilerimizi, bilenlere anımsatalım, bilmeyenlere tanıtalım isterseniz.
Celo: 1:60 boylarında, her zaman gülen, iki dirhem bir çekirdek giysisinin yakasında çiçeğin hiç eksik olmadığı, uzun sigara ağızlığında her daim bir sigaranın takılı olduğu, kendine özgü zor anlaşılır diksiyonuyla her sabah esnafa günaydın diyen sevgili Celo. Kimseden bir şey istemez ama kendisine 5 kuruş verilmesini severdi. O günler için alım değeri yüksek olan 25 kuruş, 1 lira gibi paralar verdiğinizde almaz, 5 kuruş beklerdi. Çarşıya indiğimizde görmeye alışık olduğumuz, birkaç gün ortalarda olmasa birbirimize sorduğumuz birisiydi. Hop Hasan: Psikolojide tarifini bulan bir saplantısı vardı Hasan’ın. Sessiz, sakin, elinde bir kocaman bir derviş asası ile dolaşan babayiğit bir adamdı ama birisi ona ‘hop’ dediğinde sinirlenir, saldırganlaşırdı. Ve bu takıntısını bilen çocuklar ve gençler tarafından da oldukça istismar edilirdi bu huyu. İnayet: İsminin aksine; doğanın hiç de iyi davranmadığı, sanki doğarken yaşlı doğmuş bir kadındı. Bütün gün; yine doğanın pek de hoşgörülü yaklaşmadığı ama herşeye rağmen hayata direnen, sırtındaki küfesinde, sonraki yıllarda benzerini hiçbir yerde yemediğim güzellikte tuzlu fıstık satarak dolaşan ağabeyi Fıstıkçı Rüstem’in peşinde oradan oraya sürüklenirdi. Nazım: Kasabalarda; çalışmayan, bilinen davranış biçimlerinde yaşamayan, toplumla iletişime girmeyen kişiler için ‘şehir efsanesi’ denilebilecek söylenceler üretilir. Nazım da bu kişilerden biriydi. Saçı sakalı birbirine karışmış, iple tutturulmuş bol siyah bir pantolon ve her zaman beyaz gömlek giyen, vaktinin çoğunu şimdilerde restore edilmekte olan eski Yapı Kredi Bankası’nın köşesinde oturarak geçiren birisiydi. Geri kalan zamanında da kararlı ve ritmik bir şekilde Ayvalıktan Çamlık’a kadar yürür, aynı yolu tekrar ve tekrar kat ederdi. Hakkındaki ‘şehir efsanesi’ ise; Nazım’ın Hukuk Fakültesi’nde okurken yine Anadolu deyişiyle, bir kıza ‘kara sevda ile’ tutulduğu, muradına eremeyince de hayattan bu şekilde el çektiği idi. Kim bilir? Son yıllarda Ayvalık’a gelip giderken bu sözünü ettiğim kişilerden hiçbirini göremez oldum. Ama onlar da sizlere aktarmaya çalıştığım diğer Ayvalıklılar gibi kasabamızın, hayatımızın renkleri idiler ve hatırlanmaya değerdiler. Çünkü; kaynağı belli olmayan, anonim bir sözde de dile getirildiği gibi; “Sizi tanıyan son insan var oldukça var olmaya devam edersiniz!”.
Ve madem ki biz henüz varız, onlar da var olmaya devam edecekler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder