Değer yargıları ne kadar hızlı değişir oldu. Daha doğrusu; ortada ‘değer’ diye bir kavram kaldı mı o bile tartışma götürür. Size yine eski günlere dair iki olaydan söz edeceğim. 27 Mayıs 1960 sabahı saat 5:00 sularında üst kat komşumuz olan Yaşar hanımın kapıyı vurmasıyla uyandık. Ablalarım ve ağabeyim Ayvalık dışında yatılı okudukları için evde sadece babam, annem ve ben vardık. Yaşar hanım kapının dışında bağırıyordu; “Kalkın, kalkın, radyoyu açın!” Babam fırladı ve eski; açıldıktan sonra ses gelmesi için bir on dakika kadar ısınmasını beklediğimiz Siemens radyonun; kendi tabiriyle ‘kulağını büktü’. Ses gelince 9 yaşımın çocukluğu ile bir şey anlamasam bile çok etkilendiğim; sonraki üniversite yıllarımda başka bir misyonu ile ortaya çıkınca karşı mücadelemizi verdiğimiz tok bir ses duydum. Albay Alpaslan Türkeş konuşuyor ve devrim bildirisini okuyordu. Benim yaşımda ya da daha yukarı yaşta olanlar o günleri çok iyi hatırlarlar. Ama benim esas söz etmek istediğim; artısı ile eksisi ile tarih sayfalarındaki yerini almış olan 27 Mayıs olayı değil, sonra yaşananlardan bir küçük örnek. Ülke borç batağındaydı ve vatandaşlardan her alanda destek isteniyordu. Yönetime destek değil; ülkemize destek. Dört çocuğun hayat yükünü üstlenmiş sevgili babam ve annem bir an bile düşünmediler ve onları bir ömür boyu birbirine bağlayan; kayda değer tek maddi varlıkları olan nikah yüzüklerini devlete bağış olarak verdiler. Aynı yüzlerce, binlerce Türk ailesinin yaptığı gibi. Çünkü söz konusu olan, ülkenin; ele güne muhtaç olmadan, yurtdışına el açmadan düze çıkmasıydı. O yüzüklerin yerine konulması yaklaşık bir on yıldan fazla sürdü.
İkinci olay Kıbrıs Barış Harekatı sırasında yaşananlardır. Edremit’teki garnizon; barış günlerinde dünyanın hiçbir yerinde örneği olmayan bir manzaraya, tehlike durumunda ise bir o kadar stratejik öneme sahip olan Şeytan Sofrası ile Sarmısaklı plajlarında konuşlanmıştı. Halka bir bildiri yayınlandı ve askerimize iaşe desteği istendi. Ordu kendi levazımını elbette karşılayacak güçteydi ama amaç yardım toplamak değil, halkla dayanışmayı pekiştirmekti. Ve günler ve geceler boyu gerek Belediye araçları gerekse askeri kamyonlar mahalleleri dolaşarak Türk analarının evlerinde, kendi kısıtlı olanaklarıyla yaptıkları tencere tencere, tepsi tepsi yemekleri askerimize taşıdı. Anacığım sabaha kadar yufka açıp su böreği yapar, ‘çocuklar sıcak sıcak yesinler’ diye sabah karşı altlı üstlü kızartır ve gelenlere teslim ederdi. Dikkatinizi çekerim; ‘çocuklar’. Türk, Kürt, Abaza, Çerkes, Laz değil. ‘çocuklar’, bizim çocuklarımız, bizim askerimiz. Bu iki küçük örnek; beş parmak beş ayrı yöne baksa da, ‘zor zamanlarda’ insanımızın nasıl bir yumruk gibi toparlandığının Ayvalık ölçeğinde yaşanmış göstergesidir.
Evet; insan kendisine sormadan edemiyor, ortada ‘değer’ diye bir kavram kaldı mı acaba? Nereden geldiğimizi unuttuğumuz sürece nereye doğru gittiğimizi bilmemize olanak var mı?
Bu arada; Kıbrıs Barış Harekatı gazilerimizden, kasabamız eşrafından, sevgili komşum, ağabeyim Şükrü Gürses’e saygı ve sevgilerimi gönderiyorum. Onun Hürriyet gazetesinin kapağında yer alan, yaralı bir şekilde iki asker tarafından taşınırken gösteren fotoğrafı hala belleğimdedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder