Hani bazı klasik sözler vardır, özellikle siyasilerimiz tarafından sıklıkla ve sıkıştıkça tekrarlanan. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...” “Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak...” “Sorumlular en kısa sürede yakalanıp adaletin karşısına çıkarılacak...” ”Tüyü bitmemiş yetim hakkı...” diye gider bu sözler. Bunları zaman zaman; sağcısı, solcusu, liberali, eskisi, yenisi... bütün siyasilerimizden duymuşuzdur ve eminim duymaya devam edeceğiz. Benim en takıldığım sözlerden biri de; “Eh, her şeyi Devlet’ten beklememek lazım...”dır.
Bugün; ‘her şeyi Devlet’ten beklememe’ anlayışının çarpıcı bir örneğini sizlere aktarmak istiyorum. Yıl 1944. Cilavuz Köy Enstitüsü müdür ve öğretmenleri, yorgun bir günün sonunda akşam üzeri çaylarını içerlerken Müdür Ağanoğlu sordu;
- Arkadaşlar herşey iyi güzel de şu elektrik işini nasıl halledeceğiz? Işıksızlık elimizi kolumuzu bağlıyor.
Zakir Güven: Tek çare, kendi santralimizi kurmak, bizim dereden faydalanabiliriz.
Müdür: İyi ama bu başlı başına teknik bir iş, altından kalkabilir miyiz?
Şevket Özay: Beş kilometre mesafeden dağı taşı yarıp içme suyunu nasıl getirdiysek, bu Enstitü’yü taşıyla tuğlasıyla kendi ellerimizle nasıl inşa ettiysek, onu da başarıız evelallah.
İsmail Güçlü: Santral binasıyla havuzu biz inşa edebiliriz. Türbin, dinamo ve dağıtım şebekesi işini de fizik öğretmeni Remzi Çakır çözer. Baba köyündeki okulunu da evini de su değirmenine monte ettiği dinamoyla kendisi halletmişti.
Remzi Çakır: Ben izniniz olursa zaten bir plan çıkarmıştım. Yaz-kış ortalama 60 kilovat saatlik elektrik enerjisi üretebiliriz.
Ve yaptılar. Tam beş ay boyunca; gündelik eğitim, öğretim düzenlerini hiç aksatmadan; geceleri ve tatil günleri çalışarak, kendi küçük elektrik santrallerini kurdular. Ampullerin yandığı ilk gece, yine kendi ürettikleriyle bir küçük şölen düzenlediler Enstitü’nün bahçesinde. Müdür, gözleri dolu dolu yaptığı konuşmada; “Arkadaşlarım, bu başardığımız şey, koca ülkemizin uzak, küçük bir yöresinde karanlığa karşı kazandığımız zaferin göstergesidir. Şu ampullere bakınca, biz bir küçük, cılız dereyle bunu yapabildiysek, Aras’lar, Kızılırmaklar, Gediz’ler, Sakarya’lar, Dicle’ler, Fırat’lara kurulacak dev barajlarla yurdumuzu ne kadar aydınlık bir gelecek beklediğini hayal etmeye cesaret edebiliyorum” dedi.
Sazların çalındığı, türkülerin söylendiği, 1500 kişiden oluşan Enstitü ailesi; emeklerinin eseri olan ‘ışığın’ altında eğlendiği sırada alana ellerinde kazma, kürek ve kovalarla kalabalık bir köylü topluluğu nefes nefese girdi. Komşu Çiçekli köyünün halkı, bozkır gecesinin siyahında pırıl pırıl bir ışık görünce Enstitü’de yangın çıktığını düşünmüş, koşa koşa yardıma gelmişlerdi. Durum anlaşılınca hep birlikte yeni demlenen semaverlerdeki çayları yudumlayıp gecenin içine doğru sohbete devam ettiler.
17 Nisan 1940’da kuruldu Köy Enstitüleri. Bu yıl 70. doğum günü. Kutlu olsun. Şimdiye kadar ulusal ve uluslararası araştırmalara, tezlere konu olmuş bu yapılaşmayı bu satırlara sığdıramayız elbette. Amacım; bu anlatıda isimleri geçen, hepsi gerçek, hepsi yaşamış, ülke aşığı, geleceğe inanmış insanları rahmetle anmak, sevgili babam Zakir Güven’in kendi ağzından bire bir dinlediğim yukarıdaki ve benzeri anıları zaman zaman sizlerle paylaşmak ve 70 yıl sonra, kendimize Müdür Ağanoğlu’nun hayal ettiği Türkiye’nin neresinde durduğumuzu sormak. Ne dersiniz; Köy Enstitüleri’nin günahı, ‘her şeyi Devlet’ten beklememek” miydi acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder