24 Mayıs 2010 Pazartesi

BABAM IÇIN 4

DAĞLI-2

Bütün Köy Enstitüleri’nde olduğu gibi, Cilavuz Köy Enstitüsü’nde de sabah sporlarının ayrı bir yeri vardı. Kara kışın tipiye sardığı günlerin dışında, hava ne kadar soğuk olursa olsun, öğrenciler, kalkma zamanını duyuran büyük çanın çalmasından hemen sonra Enstitü’nün geniş toplantı alanında bir araya gelirler, nöbetçi öğretmenin “Günaydın çocuklar!” seslenişiyle sabah sporuna başlarlardı. Kısa süreli bir koşudan sonra yanaşık düzen beden hareketleri yapılırdı. Bu; her sabah yapılan spor etkinliğini tekdüzelikten kurtarmak, bir görev değil, keyifli bir paylaşım haline getirmek için bazı sabahlar düzenli hareketler bittikten sonra iç içe daireler halinde dizilir ve kız öğrenciler bir ağızdan türküler söylerken erkek öğrenciler -artık o sabah hangi enstrüman denk gelmişse- davul, zurna, klarinet, kemençe, mandolinden biri ya da birkaçı ile müziklerinin seslendirildiği bir halk oyunu oynarlardı. Cilavuz yöresi söz konusu olduğu için de bu halk oyunu çoğunlukla; Hoşbilezik, Köroğlu, Daldalan, Ağır Bar, Ata Barı gibi çeşitlerin arasından o günkü bar başının tercihi hangisi ise o olurdu. Bazen; armağanların kitap olduğu, sınıflararası ödüllü güreş ya da ip çekme yarışları da yapılırdı. Yaklaşık bir saat kadar süren bu etkinliklerden sonra, gecenin mahmurluğunu üzerlerinden atmış öğrenciler neşe içinde, ya iç lavabolara ya da Enstitü’nün hemen bitişiğinde akan pırıl pırıl, tertemiz ve elbette buz gibi dereye koşar, yıkanır, temizlenir, taranır ve yeni bir ders ve işgününe başlamadan önce kahvaltılarını etmek üzere yemek salonuna giderlerdi.

Bu sabah da aynı program uygulanmıştı. Bir masada okul müdürü ve öğretmenler, düzenli sıralar halindeki diğer masalarda öğrenciler kahvaltılarını ederlerken Zakir öğretmen yemekhaneye girdi ve herkese günaydın diyerek öğretmenlerin masasındaki yerine oturdu. Öğretmen arkadaşlarından Şemsi takıldı Zakir öğretmene. “Ne o Zakir, yorgun görünüyorsun, bebek uyutmadı mı yoksa seni?”

Zakir öğretmen ve genç karısı Terlan hanımın, Enstitü’de doğan ilk çocuk olan kızları Ülkü’den sonra kısa süre önce, kendi taktığı lakapla ‘kara kız’ diye çağırdığı ikinci kızları Bilgi dünyaya gelmişti. “Yok Şemsi, kızlar melek gibi uyuyorlar maşallah. Sabaha karşı şu ayı yavrusunu merak ettim de başına gittim.” Öğretmen Kemal ilgiyle sordu. “Eee, ne alemde, ben dün göremedim ama çocukların söylediğine göre bizim Alaca pek can bırakmamış garipte.” “Sorma, sabah ezanında içime mi doğdu nedir, gidip bir bakayım dedim. Ateşten yanıyordu fukara. Hırıldıyor, doğru düzgün nefes alamıyordu.” “Ne yaptın?” “Vallahi anladığım şeyler değil ki, bu veterinerlik iş.”

“Oh-hoo Zakir, doktoru bulduk da veteriner kaldı.”

“İşte ben de o yüzden, anamdan öğrendiğim şeyi uyguladım. Köylük yerde, hele kışın kar yolları kapadığında kendi doktorumuz kendimiz olmak zorundaydık. Küçükken sıtma geçirmiştim. Anam Gülşah bacı, nefesim daraldığı, ateşim çıktığı zamanlarda durur durur elimi ayağımı sirkeli suya batırılmış bezle silerdi. Tekrar eve koştum, sirkeli su yaptım. Geldim, sabaha kadar ayaklarının altını, boynunu ensesini, avuçlarının içini sirkeli suyla sildim durdum. Bir de bizim kara kızın emziğini aldım, bir şişenin içine az süt koyup içinde aspirin erittim, dayadım ağzına. Mızıldandı falan ama hepsini içti. Kalkma çanı çaldığında ateşi düşmüş, horul horul uyuyordu haspa. Ben de artık eve gitmeyeyim dedim, doğrudan buraya geldim.”

Öğretmen arkadaşları hayret ve takdir sözleri sıralarken hepsinin; müdürlük makamına duydukları saygının yanı sıra, bir büyükleri, ağabeyleri gibi sevip hürmet ettikleri Okul Müdürü Ağanoğlu son noktayı koydu. “Ben zaten her zaman söylemişimdir. Zakir’den çok iyi baba olur diye.” Öğretmenler masasından kahkahalar yükselirken ders çanı çalmaya başladı ve Türk Milli Eğitimi’nin bu benzersiz örneğinin; Köy Enstitüleri’nin, Cilavuz mensupları, ülkenin geleceğinin inşasına bir tuğla daha koymak üzere yeni bir güne başladılar.

Anlatılan olaylar ve kişiler, zaman ve yer tümüyle gerçektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder