24 Mayıs 2010 Pazartesi

BABAM IÇIN 2

MİMAR ARILAR

Sene 1944. 2. Dünya Savaşı; arkasında milyonlarca ölü, kaybolan umutlar, yıkılan ülkeler, kurulan ittifaklar, yeni bir dünya düzeni bırakarak geride kalmak üzere. Türkiye Cumhuriyeti henüz delikanlılık çağında. Ülkemizi ve insanımızi bu küresel çılgınlığın dışında tutmayı başarmış yöneticileri sayesinde Atatürk’ün işaret ettiği hedeflere doğru yürüyor. Bu adanmışlığın başında gelen Köy Enstitüleri’nden biri olan Cilavuz Köy Enstitüsü sabahın erken saatlerinde gelen bir haberle çalkalanıyor. ‘Reisicumhur’ İsmet İnönü beraberinde sevgili eşi Mevhibe hanım ve İsmail Tonguç’un da bulunduğu bir heyetle Enstitü’nün ziyaretine geliyor. Enstitü Müdürü Ağanoğlu; bölüm şefleriyle bir toplantı yapıyor ve durumu bildiriyor. Devasa gövdesi, her zamanki sükuneti, kendine ve ekibine olan güveni ile konuşuyor. “Arkadaşlar; Reisicumhurumuz günü bildirilmeyen bir zamanda Enstitümüz’ü teşrif edeceklermiş. Bunun bir ziyaretin ötesinde adı konulmamış bir teftiş olacağını sanıyorum. Sizlerden ricam…” Bölüm şefleri olan öğretmenler gelecek olağanüstü talep ve tedbirleri duymayı beklerken Ağanoğlu devam ediyor. “Sizlerden ricam… her zaman yaptığınız işleri yapmaya devam etmeniz. Biz burada bir ideali gerçekleştirmekteyiz. Suni ve gösterişe yönelik hazırlıklarla ne kendimizi ne de gelecek heyeti küçük düşürmemeliyiz. Haydi kolay gelsin.”

Ziraat Şefi Zakir Güven de bölüm şefleri arasındadır. Bu kısa toplantıdan göğsü müdürüne, kurumuna, ülkesine duyduğu inançla dolu çıkar. Gençtir, idealisttir, üzerindeki ağır görev yükünün ve sorumluluğun bilincindedir. ‘Adı konulmamış’ teftişten yana hiçbir kaygısı yoktur. Ama… gençtir işte ve her genç yürekte olduğu gibi, ‘farklı’ bir şey yapma arayışı içindedir. Enstitü’nün; mandıraları, tarlaları, bostanları, ekinleri, kümesleri, ağılları, ahırlarının yanı sıra 160 kovanı da onun sorumluluğundadır. Arıcılık en büyük tutkusudur onun. Kimseye söylemeden küçük sürprizini hazırlamaya koyulur. Gelin bundan sonrasını onun kendi ağzından, kendi sözleriyle dinleyelim. “Yahu koskoca Reisicumhur geliyor. Ona bir şey hediye etmek lazım. Halı-kilim desen onda çok var. Bir teneke peynir verecek halimiz de yok ya, ayıp. Düşündüm düşündüm sonunda buldum. Kovanlardan birinin içine özel bir petek hazırladım. Balmumuyla uğraştım, didindim peteğin ortasına Paşa’nın profilini yaptım. Onun üzerini kapadım, koydum kovana. Çiçekten bal alan arıları koyverdim gidip geldiler, gidip geldiler, kapadığım kısmın etrafını altın gibi renkte balla doldurdular. Sonra aldım o peteği, dolu kısmının üzerini kapadım, ortasını açtım, çam balı toplayan arıların kovanına koydum. Gittiler, geldiler orayı kehribar gibi parlayan koyu renk balla doldurdular. Sonunda çıkardığımda, iki renk baldan oluşan harika bir petek vardı elimde ve ortasında Paşa’nın profili yer alıyordu.”

İsmet İnönü ve beraberindekiler bir sabahın çok erken saatlerinde gerçekten de habersiz bir şekilde Enstitü’ye geldiler. O kadar ki; daha o saatte atına atlamış çevre köyleri gezmekte olan Müdürü bulmak için peşine adam yolladılar. Dersliklerde, atölyelerde, tarlalarda, öğretmenler, öğrenciler, çalışanlar kısacası herkes her zamanki disiplini ile kendi işini yapıyordu. Gezildi, görüldü, bilgi alındı, bilgi verildi. Öğleden sonra çayın yanında masalar kuruldu, hepsi Enstitü’nün kendi üretimi olan ürünlerle bir yemek ikram edildi. Attığı her adımda, gördüğü her köşede İsmet İnönü’nün yüzüne; ancak kendisini yakından tanıyanların anlayacağı gizli bir gurur, bir memnuniyet gülümsemesi yayılıyordu. Enstitü Müdürü’nün kimliğinde bütün öğretmen ve öğrencilere bir teşekkür konuşması yaptı. Ayrılma vakti geldiğinde Müdür, özel bir ahşap muhafaza içinde koca bir petek balını takdim etti İnönü’ye.

Çok az görülen, dışa daha da az yansıyan bir hayret ifadesi geçti Paşa’nın yüzünden. İnanmazlıkla bakıyordu elindeki peteğe. Sonunda geniş geniş gülümseyerek, “bu eserin mimarını da tanımak isterim” dedi. Müdür Ağanoğlu geriye dönerek seslendi; “Zakir, gel hele öne.” Arka sıralarda duran Zakir öğretmene yol açtılar. Saygıyla yanaştı ve durdu ‘Reisicumhur’unun önünde. İsmet İnönü, “Zakir bey. Şimdiye kadar birçok yer gezdim, gördüm. Sağolsunlar hep bir şeyler armağan etme nezaketi gösterdiler ama böylesine değerli bir hediye hiç almamıştım. Bir söyle bakayım, nasıl hallettin bu işi?” Gelin bundan sonrasını da Zakir beyin ağzından dinleyelim. “Ezildim, büzüldüm. Sonra nasıl bir vahiy geldiyse başımı kaldırıp İsmet Paşa’ya ve yanında bütün zarafetiyle gülümsemekte olar Mevhibe hanıma baktım. “Doğrusunu isterseniz Paşam ben pek bir şey yapmadım. Geleceğiniz rivayet olunduğunda kovanlardaki arılarla bir toplantı yaptım onlara dedim ki, bakın İsmet Paşamız geliyormuş haberiniz olsun. Eli boş gönderecek değiliz ya kendilerini, düşünün bir şeyler. Onlar da dağın, toprağın çiçeği, ağacıyla konuşmuşlar, el birliğiyle yapmışlar, bize de size sunmak kaldı.”. “Teşekkür ederim oğlum’” derken ve o sırada sadece Zakir Güven’e değil yeniden doğan bir ülkenin bu asla bilinmeyecek kahramanlarına teşekkür ederken İsmet İnönü’nün gözlerinde bir damla yaş mı belirmişti ne?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder