Zakir GÜVEN
O; Türkiye’nin, “Ankara Garı’nda trenden kravatlı biri indiğinde onu alıp hariciyeci yapıyorduk” denildiği savaş yorgunu, yoksul ve yoksun günlerinde Erzurum’un Aşkale’sine bağlı Çatören köyünde doğdu. 1915. Bir ülke kurtuluş ve kuruluş savaşı veriyordu. Savaştan yaralı olarak eve dönen babası Hüseyin Çavuş iki ay sonra ölünce annesi Gülşah bacı ve ağabeyi Zülküf’le Çatören’deki toprak yığması evde, daha 6-7 yaşlarında var oluş savaşı vermeye başladı. Küçük Zakir Köy Hocası’ndan Kur’an dersleri alıyordu, ‘eski yazı’yı çok iyi okuyor, yazıyordu. O dönemdeki Türk analarının her biri gibi, bir Devlet Ana olan annesi; o yıllarda benzerine rastlanmayan bir kararlılıkla; dini eğitimini yeterli görmeyip ‘benim oğlum okuyacak, muallim olacak’ diyordu. Zakir; küçücük bedeni, kocaman yüreği ile köyden Aşkale’ye kadar yürüyerek gitti. ‘Muallim Mektebi’ sınavlarına girdi, kazandı ve Erzurum ‘Muallim Mektebi’nde yatılı olarak öğrenim görmeye başladı. Yetim Zakir olarak ayrıldığı köyüne, köyün o güne kadarki ilk ve tek okumuş bireyi Zakir Efendi olarak döndü. Ve Cumhuriyet’in o akıl almaz, o mucizevi öğretmen kuşağındaki yerini aldı.
O yıllarda Türk Milli Eğitimi, sonraları ulusal ve uluslararası araştırmalara tez konusu olacak; dünyada benzeri görülmemiş bir hamle, bir oluşum içindeydi:
Köy Enstitüleri. Ve; ülkenin hemen her alanında olduğu gibi eğitimde de; bilgisini, deneyimini, gücünü, yüreğini karşılık beklemeden, sadece ve sadece ülkesinin geleceğine sunmaya hazır neferlere ihtiyaç vardı. Zakir Efendi; ya da soyadı kanunu ile birlikte aldığı ve kendinden sonraki nesillere; anlamının derinliği ile birlikte miras bırakacağı soyadı ile Zakir Güven, Cilavuz Köy Enstitüsü’ne çıkan tayin emrini tarifsiz sevinçler içinde aldı ve yeni gelin Terlan hanımla birlikte adeta balayına gider gibi Cilavuz’a geldi. Ortada Enstitü’nün sadece ismi vardı. Hepsi birer Hasan Ali, hepsi birer Tonguç olan öğretmenler; bu seferberliğe inanmış köy çocukları ile birlikte Enstitü’nün inşaatında ter döküyorlardı. Yeni öğretmene ve genç karısına ‘balayı süiti’ olarak, diğer öğretmenlerin yattığı ve daha damı bile konulmamış ana binanın kaba inşaatında; henüz kapısı, penceresi olmayan, kilimle ayrılmış bir odacık verdiler. Köy Enstitüleri’nin yazılı olmayan kurallarından; ‘mesai güneş doğmadan başlar, ay çıkınca biter’ saatleri arasında ağaç ağaç, tuğla, tuğla Cilavuz Köy Enstitüsü’nü var ettiler. Eğitim ve öğretim de bir yandan sürüyordu elbette. Matematik, fizik, kimya, coğrafya, tarih, müzik (her öğrenci bir enstrüman çalıyordu) gibi tedrisat derslerinin yanı sıra Köy Enstitüleri’ni benzersiz kılan en temel özelliklerden olan ‘kendine yeten, artanı da değere çeviren’ ziraat üretimi her alanda ürünlerini veriyordu. Mandıralardan peynir, yağ, süt; kümeslerden yumurta, tavuk; topraktan sebze, buğday, arpa, mısır ve yörenin elverdiği her türlü ürün; bostanlardan ve meyve bahçelerinden her türlü meyve; kovanlardan Kars balı...
Ve ilkokul öğretmeni Zakir Güven; öğretmenliğinin yanı sıra, köy çocuğu olmanın, bu toprakla yoğrulmanın birikimi ile Enstitü’nün ‘Ziraat Şefliği’ni de yapıyordu. Kendi deyişiyle; neredeyse kovanlardaki her arıyı tanıyacak kadar dosttu onlarla.
Terlan hanım nasıl Enstitü’nün ilk gelini idiyse, ilk çocuğu da yine Cilavuz Köy Enstitüsü’nde doğan ilk bebek oldu. Zakir bey kızına ‘Çiğdem’ ismini vermek istiyordu ama Enstitü’nün müdürü Ağanoğlu, ‘Zakir, biz burada bir ülküyü gerçekleştirmeye ant içtik. O yüzen burada doğan ilk bebeğe de Ülkü ismini vereceğiz’ deyince Zakir beye düşen, ‘emredersiniz müdürüm’ demek oldu.
Bir harman zamanı, biçer döver makinesi ile harman kaldırırken Zakir beyin oturduğu kalas kırıldı ve ayağı biçer döver makinesinin çarkları arasına sıkıştı, parçalandı. O kadar ağır bir vakaya müdahele yapacak yeterlilikte bir donanım olmadığı için yaranın üzerine enfeksiyonu önlemek iin bir kova tentürdiyot döktüler. Daha otuz beş yaşındaydı. Gençti, çok güzel bar oynardı hatta hayatı boyunca ışığında yürümeyi ilke edindiği büyük Atatürk’ün karşısına Atabarı ile barbaşı olarak çıkmıştı. Orada bitti hepsi. Çünkü yetersiz müdahaleler sonunda ayağı ters kaynadı ve ölene kadar ortopedik çizme ve iki bastonla dolaşmak zorunda kaldı.
‘Tebdili hava verelim, seni Batı’da istediğin bir yere tayin edelim’ dediler. ‘Arıcılık nerede iyi yapılabilirse beni oraya gönderin’ dedi. Ve bir kış günü; sadece arıcılık sevdasının peşine düşerek sakat bacağı, denklere sarılmış eşyaları, genç karısı ve üç çocuğu ile hayatında hiç bilmediği, görmediği bir yere, Ayvalık’a geldi.
O haliyle; iki bastona dayanıp yürüyerek, durumunu asla bahane etmeyip sınıfta bir dakika bile sandalyesine oturmayarak tam otuz altı yıl öğretmenlik yaptı. Üç nesili okuttu. Ayvalık’ta onun rahle-i tedrisinden geçmeyen hemen hiç kimse yoktur.
Ve bu isimsiz kahraman, bu çok hakedilmiş bir payeyle, ‘Cumhuriyet öğretmeni’,
Köy Enstitüsü sevdalısı Anadolu çocuğu 1 Ekim 2009 tarihinde; ‘artık bana izin verin’ diyerek olanca mütevazılığı ile yaşadığı hayattan, olanca mütevazılığı ile ayrıldı. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder