15 Mart 2014 Cumartesi

ZAMAN...

Bu köşenin okurları bilirler; her ay bir ya da iki yazımı ‘dünün Türkiyesi’nde olup bitenleri hatırlamaya ve hatırlatmaya ayırıyorum. Bu derlemeleri yaparken zamanın vahşi geçişini daha bir hissediyorum. Çünkü; etrafımda olan bitenlerin (derinliğine olmasa bile en azından ‘olaylar’ olarak) farkına varmaya başladığım yaşın 10 olduğunu varsayacak olursak demek ki okuduklarım, dinlediklerim, öğrendiklerimin yanı sıra, 91 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin (Gün gelip, çocukluğumuzdan bu yana hayatımızda de fakto olarak yer alan bu iki sözcüğü yazarken özel bir keyif alacağımı söyleselerdi anlam veremezdim.) 52 yılına dair bizzat biriktirdiğim anılar var. Başka bir perspektiften bakabilmek için aradan yarım yüzyıldan fazla zamanın geçmesinin gerektiği yaşantılar. Ne yazık, ne kayıp. Çünkü insan; 50 yaş eşiğini geçince her şey hakkında başka bir farkındalık geliştirdiğini yaşamadan bilemiyormuş. En azından benim için öyle oldu, oluyor. 50’li yaşları da çoktan geride bıraktığım için bu farkındalık daha da keskinleşti bende. Hayata, ilişkilere, sevgilere, özlemlere, hırslara, maddeye, kayıplara, kazançlara, acılara, sevinçlere... her şeye başka bir perspektiften bakar oldum! Ama galiba zaman içinde gereken önemi hiçbir zaman vermediğim konusunda yepyeni bir aydınlanmaya vardığım en önemli kavram; ‘zaman’ın kendisi. Meğer ne kadar hızlı geçermiş zaman! Bilinçaltında; vaktin daralıyor, ömrün eksiliyor olduğunu bilmenin de bunda payı var elbette. Geçen gün Ayvalık’taki baba evimden ayrılalı 44 yıl olduğunun ve bunun son otuz yılını İstanbul’da geçirdiğimin farkına varınca dehşete düştüm. Önce (şimdiki kuşaklara pek de bir şey ifade ettiğini sanmadığım) 68 hareketinin dalgalı okyanusuna daldığım için yarıda bırakmak zorunda kaldığım ODTÜ dönemi, sonra Gazi Eğitim Enstitüsü (o zamanlar daha Gazi Üniversitesi değildi adı) İngilizce Bölümü’nü bitirip Merzifon, Ankara, İzmir ve İstanbul’da eğitimin orta okuldan yüksek okula kadar değişen aşamalarında öğretmenlik ve idarecilik... Arada 18 aylık vatani görev. Sonunda reklam sektöründe, yazar, yaratıcı yönetmen, ajans yöneticisi ve ortağı olarak verilen 30 yıllık bir emek. Kendimiz gibi yetiştirmeye çalıştığımız, nitelikleri ne olursa olsun, en azından ‘düzgün’ insanlar olarak büyüttüğümüze inandığımız iki çocuk... Ve yaşam yolculuğunun; son duraktan önceki -geriye ne kadarının kaldığını kimsenin bilemediği- sükunet dönemi... Emeklilik. Bir telaşla, bir koşuşturmayla geçmiş gitmiş ömür. Ve hiç kıymetini bilememişim zamanın. Şimdi... Dün ile yarın arasında bir yerde sıkışmış duruyorum. Artık yarına dair tek beklentim mevcudu korumak. Ki günümüz Türkiyesi’nde bu bile başlı başına bir başarı sayılabilir. Düne gelince; ancak şimdi dönüp arkaya bakma fırsatı buluyorum. Çünkü artık ‘zamanım’ var. Nerelerden gelmişim, hangi sulardan içmişim, ben o yollarda yürürken çevrem, ülkem, dünya ne haldeymiş. Bugün ne isem beni hangi koşullar bu noktaya getirmiş. Borçlarım ne? Alacak bırakmışmıyım geride? Çocuklarımdan başka bir izim kalmış mı, kalacak mı toprağın üzerinde? Bu; hayatımla bir hesaplaşma değil, kendimle barışma. Demek yaşlanmak böyle oluyormuş diyorum kendi kendime. Üzülmüyorum, yaşlanacak kadar yaşamış olmak büyük mutluluk. Hele o yaşları birlikte kat ettiğin bir yoldaşın varsa. Bu köşeyi okunmaya değer bulan dostlar. Yaşınız kaç olursa olsun. Bir ara... Bir durun! Bir kez olsun saate değil, ‘zamana’ bir bakın. Ve ‘farkına varabilmek’ için mutlaka boş zamanınınız olmasını beklemeyin. Çünkü Tagore’un sözleriyle; “Boş zaman yoktur, boşa geçen zaman vardır.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder