22 Mart 2014 Cumartesi

YAZIK BİZE...


Delikanlılığımdan bu yana duyduğum; Türkiye’yi ve benzer sıkletteki ülkeleri tanımlarken kullanılan bir söylem vardır, ‘Gelişmekte olan ülkeler!’. Aslında, eskiden bu ülkeler ‘az gelişmiş’ diye sınıflandırılırdı. Sonra ‘üçüncü dünya ülkeleri’ denilir oldu. Ama üçüncü dünyanın konumlaması biraz muğlak kaldı ve kavramlar biraz karışmaya başladı. Bu tariflemenin bir de ‘karşı tarafı’ vardı hiç kuşkusuz. O da doğal olarak ‘gelişmiş ülkeler’ kısacası, o çok genel tanımlamayla; ‘Batı’ idi. İşte artık uluslararası nezaketten midir, ‘şunların sırtını biraz kaşıyalım da işimize bakalım’ uyanıklığından mıdır bilinmez; Batı’nın inayetiyle ‘az gelişmiş ülkeler’ ya da ‘üçüncü dünya ülkeleri’ birden ‘gelişmekte olan ülkeler’e dönüşüverdiler. Eh benim delikanlılık dönemlerimin üzerinden de neredeyse yarım yüzyıl geçti, bir nesil devrildi, toplumlar evrildi, biz hala ‘gelişmekte olan’ın ötesine geçemedik. Ne gelişmeymiş bu be kardeşim.

İster bireysel anlamda, ister toplumsal boyutta olsun gelişmiş olma durumunun bazı parametreleri var tabii. Bunların ekonomik olanları satır başlarıyla şöyle sıralanabilir: Kişi başına düşen milli gelir, ihracat-ithalat dengesi, cari açık, döviz karşısında yerli paranın değer kazanıp kaybetme kırılganlığı, rezervler, yıllık büyüme oranı, alım gücü, piyasa hareketleri, dört kişilik bir ailenin geçim endeksi, asgari ücret, borsa hareketleri, uluslararası değerlendirme kuruluşlarının periyodik notlamaları, yabancı sermayenin girişi-çıkışı ve bunu belirleyen iç koşullar, yatırım yapılan sektör ve alanların dağılımı, sanayileşme, sınıflar arasında uçurum, bireyselden toplumsala kadar gelir-gider dengesi, üretim ve tüketim arasındaki oran...

Bir de en az ekonomik parametreler kadar hatta bence daha da önemli olan toplumsal ve sosyal değerler var: Okur-yazarlık oranı, kişi başına düşen yıllık kitap-gazete sayısı, eğitim sistemi, (özellikle kız) öğrencilerin durumu, sağlık hizmetlerinden yararlanma olanakları, kadına yönelik şiddet, çocuk işçi sayısı, ulaşım, iletişim, barınma, korunma ihtiyaçlarının giderilmesinde devlet katkısı, bütün ülkelerin anayasalarında değişmez maddeler olarak yer alan ‘insan hakları’nın ne ölçüde dikkate alındığı, çalışma saatlerinin standartları, sendikalaşma hakkı, yargıya olan güven, kolluk kuvvetlerine olan güven, sisteme olan güven...

Ve aslında son derece olağan, olması gereken, insan onuruna yakışır ihtiyaçlar iken sanki birer fantezi gibi değerlendirilen ama her biri kendi başına gelişmişlik düzeyinin göstergesi olan bazı diğer parametreler: Kişinin yılda ne kadar süreyle ve nerede tatil yapabildiği, sağlık, yaşam gibi artık hayatın olmazsa olmazı olması gereken sigortaların hangilerinden yararlanabildiği, (yukarıdaki ölçütlerin paralelinde) ayda/yılda kaç kitap alabildiği, sinema, tiyatro, sergi, konser gibi kültür etkinliklerine ne sıklıkla zaman ve kaynak ayırabildiği, buna bağlı olarak ülkedeki tiyatro, opera, bale kurumu ve sanatçılarının sayısı ve güvenceleri, televizyon karşısında (seçilen program türü ne olursa olsun) günde ortalama ne kadar süre sarfedildiği...

Her üç sınıflandırmanın da sınırları elbette daha çok genişletilebilir ve bu yazıda yer almayan birçok kriter eklenebilir ama bizimki gibi bir ülkede ne söylersek söyleyelim hepsi bugüne dair olacaktır sanırım. Oysa gelişmişliğin temel göstergelerinden biri de; bilim, teknoloji, spor, güzel sanatlar, tıp ve benzeri alanlarda insanlık mirasına yani yarına ne ölçüde katkıda bulunduğumuz, ne kadar kalıcı bir iz bıraktığımızla tarifleniyor. Ve sanırım özellikle bu konuda ne yazık ki treni çoktan kaçırmış vaziyetteyiz çünkü biz hala ve yıllardır gelişmekte olan ülkeler çizgisinde dizlerimizin üzerinde ilerlemeye çalışırken dünyadaki dinamikler hızla değişti, değişmeye devam ediyor. Yazık bize...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder