29 Kasım 2013 Cuma

BİR DERİN SIZI…


Ülkede özellikle son onlu yıllarda yaşanan, yaşanıyor ve korkarım ki yaşanmaya devam edecek olan olaylara ve sosyal dokudaki -bana göre- çağın gerisine doğru yürünen yoldaki değişimlere tepkisiz kalmanın imkansızlaştığı anlarda, bir yurttaş sorumluluğuyla üstüne gitmeden edemediğim eleştiri yazılarının yanı sıra, bu köşede yazı yazmaya başladığım ilk günden bu yana ağırlıklı konum hep ‘bizim dönemimizin’, yani 1950’li yıllarda çocuk olanların Ayvalık’ı ve Ayvalıklılar’ı oldu. Aradan geçen onlu yıllar içinde bir açıdan Ayvalık’ın çok ilerlediğini, geliştiğini, değiştiğini görmek mümkünse de, diğer bir bakış açısıyla yitirilen çok şey olduğunu söylemek de yanlış olmaz sanırım. Bunların başında da bizzat o eski Ayvalık, Ayvalıklılar ve ‘kasabalı ruhu’ geliyor.
Ailemizden bize kalan son büyüğümüz, değerli annem hala Ayvalık’ta yaşadığı ve köklerim hala ve her zaman Ayvalık’ta olduğu ve olacağı için senede en az iki-üç kez geliyorum memleketime. Ve her gelişimde hem fiziksel hem de sosyal dokuyu biraz daha değişmiş buluyorum. Olumlu olanları memnuniyetle karşılıyorum ama çoğunlukla bir burukluk, bir yitmişlik, yitirilmişlik duygusu yüklenip dönüyorum İstanbul’a. Elbette bunda ilerleyen yaşımın ve zaman zaman eskiye özlemin, bir taraftan anıları ayakta tutmaya yararken diğer yandan insanı depresif bir hüzne davet eden ve adına en genel tanımıyla ‘nostalji’ denilen duygunun etkisi olduğunu biliyorum. Ama ister yıllar, ister yaşlar, ister ekonomik zorunluluklar nedeniyle insanların, geleneklerin, mekanların, dükkanların değiştiğini, birçoğunun artık var olmadığını görmek içimi yaralıyor.
Örneğin; Ayvalık’a her gelişimde, her ne kadar kendisi aramızdan ayrılalı çok olduysa da Berber Raif’in dakkanına gidip tıraş olmak benim için eski bir dosta kavuşmakla eşdeğerdi. Çünkü bayrağı devralan Erdoğan ağabeyle; babasından, babamdan, eski Ayvalık ve Ayvalıklılar’dan söz eder, hatırlar, üzülür, güler, sevinirdik. Sonraki bir gelişimde ayaklarım yarım yüzyllık bir alışkanlıkla beni yine onun dükkanına götürdü ama bir şeyler değişmişti. Ne duvarda Raif amcanın o çatık kaşlı fotoğrafı ne de son yıllarda ayağını sürüye sürüye de olsa beni kalfasına emanet etmeyip bizzat tıraş etmekte direnen Erdoğan ağabey vardı. Dükkan baştan başa yenilenmiş ve belki de o köhnelikten kurtulup daha modern bir sıfata bürünmüştü ama artık orada ‘anılar’a da yer kalmamıştı. Benim oraya gitmekteki muradım tıraş olmak değldi ki. Ben çocukluğuma, gençliğime gidiyordum aslında ve Erdoğan ağabeyle ve benimle birlikte gençliğimiz de yeni düzene yenilmiş, koltukların altında biriken saçlar gibi yerle yeksan, dışarıya süpürülmüştü. Dayanamadım, çıktım. Artık Ayvalık’a geldiğimde, Arabacılar Meydanı’na yakın, yıllarca İstiklal İlk Okulu’na giderken arka sokakta önünden geçtiğim Metin ağabeyin dükkanında tıraş oluyorum.
Sadece insanları da değil yerleri, alışkanlıkları, gelenekleri, tatları da özlüyorum. Örneğin Şeytan Sofrası’nın; sonraki yıllarda üretilmiş ‘dilek ağacı’, ‘şeytanın ayak izi’ gibi turistik saçmalıklardan uzak doğal çıplaklığını, şimdi eni konu bir kent halini alan Sarımsaklı’nın o eski bakir halini, Nurettin ağabeyin Ege plajını, Şehmuz’un midye dolmalarını, Ali İhsan ağabeyin acılı turşusunu, çekirdekçi Şerif’in kuru yemişlerini, Ahmet ağabeyin sıcak yaz günlerimizi serin bir şölene dönüştüren limonlu, vişneli, kaymaklı dondurmasını, Naci beyin sinemalarını, 1 Temmuzlar’daki yağlı direkleri, 29 Ekimler’de zincirlerle bağlanmış genç kızımızın ordumuz tarafından ‘temsili’ kurtarılışını, yıllardır tadına hasret kaldığım ve artık sadece dilimin üzerindeki anısı kalmış olan o sert, sulu, mayhoş, başka hiçbir yerde benzerini görmediğim Sarımsak armudunu, bırakın İstanbul’daki yüzlerce büfeyi, artık Ayvalık’ta bile aslını bulamadığımız, sadece kelle peyniri ve -o da isteyenler için konulan- bir dilim domatesten ibaret sade ama tadına doyulmaz gerçek Ayalık tostunu özlüyorum. Artık hiç biri yok. Kimisi ekonomiye, kimisi sosyal değişimlere, çoğu siyasetin kirli oyunlarına ve fakat hepsi zamana yenildiler. Geriye sadece; Ümit Yaşar Oğuzcan’ın o olağanüstü dizelerinden Timur Selçuk’un bestelediği unutulmaz şarkının sonunda söylendiği gibi ‘bir derin sızı’ kaldı. Hepsini güzelliklerle anıyorum, iyi ki Ayvalık’ta doğmuş, büyümüşüm. İyi ki o coğrafyayı, o insanları, o gelenekleri, o tatları bilmiş, görmüş,tanımış, yaşamışım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder