Ülkede özellikle son onlu yıllarda yaşanan, yaşanıyor ve
korkarım ki yaşanmaya devam edecek olan olaylara ve sosyal dokudaki -bana göre-
çağın gerisine doğru yürünen yoldaki değişimlere tepkisiz kalmanın
imkansızlaştığı anlarda, bir yurttaş sorumluluğuyla üstüne gitmeden edemediğim
eleştiri yazılarının yanı sıra, bu köşede yazı yazmaya başladığım ilk günden bu
yana ağırlıklı konum hep ‘bizim dönemimizin’, yani 1950’li yıllarda çocuk
olanların Ayvalık’ı ve Ayvalıklılar’ı oldu. Aradan geçen onlu yıllar içinde bir
açıdan Ayvalık’ın çok ilerlediğini, geliştiğini, değiştiğini görmek mümkünse
de, diğer bir bakış açısıyla yitirilen çok şey olduğunu söylemek de yanlış
olmaz sanırım. Bunların başında da bizzat o eski Ayvalık, Ayvalıklılar ve
‘kasabalı ruhu’ geliyor.
Ailemizden bize kalan son büyüğümüz, değerli annem hala
Ayvalık’ta yaşadığı ve köklerim hala ve her zaman Ayvalık’ta olduğu ve olacağı
için senede en az iki-üç kez geliyorum memleketime. Ve her gelişimde hem
fiziksel hem de sosyal dokuyu biraz daha değişmiş buluyorum. Olumlu olanları
memnuniyetle karşılıyorum ama çoğunlukla bir burukluk, bir yitmişlik,
yitirilmişlik duygusu yüklenip dönüyorum İstanbul’a. Elbette bunda ilerleyen
yaşımın ve zaman zaman eskiye özlemin, bir taraftan anıları ayakta tutmaya
yararken diğer yandan insanı depresif bir hüzne davet eden ve adına en genel
tanımıyla ‘nostalji’ denilen duygunun etkisi olduğunu biliyorum. Ama ister
yıllar, ister yaşlar, ister ekonomik zorunluluklar nedeniyle insanların, geleneklerin,
mekanların, dükkanların değiştiğini, birçoğunun artık var olmadığını görmek
içimi yaralıyor.
Örneğin; Ayvalık’a her gelişimde, her ne kadar kendisi
aramızdan ayrılalı çok olduysa da Berber Raif’in dakkanına gidip tıraş olmak
benim için eski bir dosta kavuşmakla eşdeğerdi. Çünkü bayrağı devralan Erdoğan
ağabeyle; babasından, babamdan, eski Ayvalık ve Ayvalıklılar’dan söz eder,
hatırlar, üzülür, güler, sevinirdik. Sonraki bir gelişimde ayaklarım yarım
yüzyllık bir alışkanlıkla beni yine onun dükkanına götürdü ama bir şeyler
değişmişti. Ne duvarda Raif amcanın o çatık kaşlı fotoğrafı ne de son yıllarda
ayağını sürüye sürüye de olsa beni kalfasına emanet etmeyip bizzat tıraş
etmekte direnen Erdoğan ağabey vardı. Dükkan baştan başa yenilenmiş ve belki de
o köhnelikten kurtulup daha modern bir sıfata bürünmüştü ama artık orada
‘anılar’a da yer kalmamıştı. Benim oraya gitmekteki muradım tıraş olmak değldi
ki. Ben çocukluğuma, gençliğime gidiyordum aslında ve Erdoğan ağabeyle ve
benimle birlikte gençliğimiz de yeni düzene yenilmiş, koltukların altında
biriken saçlar gibi yerle yeksan, dışarıya süpürülmüştü. Dayanamadım, çıktım.
Artık Ayvalık’a geldiğimde, Arabacılar Meydanı’na yakın, yıllarca İstiklal İlk
Okulu’na giderken arka sokakta önünden geçtiğim Metin ağabeyin dükkanında tıraş
oluyorum.
Sadece insanları da
değil yerleri, alışkanlıkları, gelenekleri, tatları da özlüyorum. Örneğin
Şeytan Sofrası’nın; sonraki yıllarda üretilmiş ‘dilek ağacı’, ‘şeytanın ayak
izi’ gibi turistik saçmalıklardan uzak doğal çıplaklığını, şimdi eni konu bir
kent halini alan Sarımsaklı’nın o eski bakir halini, Nurettin ağabeyin Ege
plajını, Şehmuz’un midye dolmalarını, Ali İhsan ağabeyin acılı turşusunu,
çekirdekçi Şerif’in kuru yemişlerini, Ahmet ağabeyin sıcak yaz günlerimizi serin
bir şölene dönüştüren limonlu, vişneli, kaymaklı dondurmasını, Naci beyin
sinemalarını, 1 Temmuzlar’daki yağlı direkleri, 29 Ekimler’de zincirlerle
bağlanmış genç kızımızın ordumuz tarafından ‘temsili’ kurtarılışını, yıllardır
tadına hasret kaldığım ve artık sadece dilimin üzerindeki anısı kalmış olan o
sert, sulu, mayhoş, başka hiçbir yerde benzerini görmediğim Sarımsak armudunu,
bırakın İstanbul’daki yüzlerce büfeyi, artık Ayvalık’ta bile aslını
bulamadığımız, sadece kelle peyniri ve -o da isteyenler için konulan- bir dilim
domatesten ibaret sade ama tadına doyulmaz gerçek Ayalık tostunu özlüyorum.
Artık hiç biri yok. Kimisi ekonomiye, kimisi sosyal değişimlere, çoğu siyasetin
kirli oyunlarına ve fakat hepsi zamana yenildiler. Geriye sadece; Ümit Yaşar Oğuzcan’ın
o olağanüstü dizelerinden Timur Selçuk’un bestelediği unutulmaz şarkının
sonunda söylendiği gibi ‘bir derin sızı’ kaldı. Hepsini güzelliklerle anıyorum,
iyi ki Ayvalık’ta doğmuş, büyümüşüm. İyi ki o coğrafyayı, o insanları, o
gelenekleri, o tatları bilmiş, görmüş,tanımış, yaşamışım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder