25 Eylül 2013 Çarşamba

NE SAĞCIYIM, NE SOLCU…


Bizim gençliğimizde apolitik olanlar için söylenen bir söz vardı. O yıllarda hayatın hemen her alanında olduğu gibi naif, küfür içermeyen, düşmanlık barındırmayan, adeta bir ‘durum tarifi’ olan bir sözdü bu. ‘Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu.’ Yıllar içinde yine hayatın her alanında olduğu gibi futbola bakışımız da sertleşti. Bizim dönemlerimizin; ‘Bir baba hindi…’, ‘Haydi bastır…’ ‘Hakem, gözüne gözlük…’ şeklindeki havada neşeyle uçuşan tezahüratlarından, ‘Die for you/Senin için ölürüm.’, ‘Kill for you/Senin için öldürürüm.’ ‘Welcome to… Hell/… cehennemine hoş geldiniz.’, ‘Ölmeye ölmeye ölmeye geldik’lere dönüştük.  

Futbol… Kimine göre vazgeçimez bir renk aşkı, bir tutku, bazı sosyologlara göre; özellikle dünya refah ve kültür düzeyi sınıflandırmasının ikinci kümesinde yer alan bizimki gibi ülkelerde kitlelerin ilgisini çevrelerinde olup bitenden uzaklaştırmak için yönetimler tarafından kullanılan bir araç. Hangi bakış açısından bakılırsa bakılsın ve hangi amaca hizmet ederse etsin hiç kuşkusuz ülkemizde taraftar, harcama, tesis, gelir, ilgi, olay, çatışma, dedikodu açılarından her zaman 1 numara olmuş ve sanırım olacak olan spor dalı. Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de olay artık sporu, rekabeti aşmış, yüz binlerce kişinin bu yolla ekmeğini kazandığı, başlı başına bir endüstri halini almış durumda. Üzerindeki dar alanda yönetimlerin, teknik heyetlerin ve takımların durduğu bir buz dağı bu. Alta doğru; menajerleri, kulüp çalışanları, spor sağlığı emekçileri, tesis görevlileri, spor malzemeleri üreten ve ucu artık Uzak Doğu’da, çoğu insanlık dışı koşullarda çalıştırılan işçilere kadar uzanan şirketler, fabrikalar, spor ürünleri pazarlayan kuruluşların, satan mağazaların elemanları, o mağazalar için takımlara özel üretim yapan, tekstilinden diğer malzemelerine kadar yüzlerce atölye, fabrika emekçileri, ulaşım, gıda, konaklama araç ve tesisleri, yazarıyla, yorumcusuyla, fotoğrafçısıyla görsel ve yazılı spor medyası çalışanları, onlara iş imkanı sağlayan medya kuruluşları, bu alanda hizmet veren internet siteleri ve çalışanları, bütün bunların amatör kümelerden süper lige kadar yayılan sayılarda tekrarı şeklinde genişleyen, üstüne bir de Türkiye de dahil olmak üzere dünyanın her köşesinde inanılmaz paraların el değiştirdiği bir ‘bahis çarkı’nın içinde yer alan sayısız katılımcı ve düzenleyiciyle dev bir buz dağı. Ve hepsinin ötesinde; bu buz dağının üzerinde yüzdüğü, olmazlarsa bu endüstrinin asla var olamayacağı bir okyanus; TARAFTAR! Çok söylenen bir tezahüratın cümleleriyle ‘O yollarda beraber yürüdükleri, yağan yağmurda beraber ıslandıkları’, büyük bir çoğunluğunun sınırlı gelirlerini bilete tahvil ederek her hafta, iç saha olsun, deplasman olsun takımlarının yanında yer almaya çalışan halk kitleleri. Üstelik asgari ücretin Temmuz 2013 itibariyle 16 yaşından büyükler için aylık net 803 lira, 16 yaşından küçükler için (böyle bir klasmanın olması bile başlı başına bir utanç vesilesi) aylık net 700 lira olduğu bir ülkeden söz ediyoruz. Bütün bu insanlar her hafta; özlemlerini, hırslarını, yapabildiklerini, yapamadıklarını, mutluluklarını, mutsuzluklarını, işlerindeki evlerindeki, genel olarak yaşamlarındaki sorunlarını çeşitli renklerdeki formalar olarak giyinip maça gidiyorlar, hayattan bir buçuk saat çalıyorlar, takımları galip geldiyse adeta kişisel bir zafer duygusunu, yenildiyse bir düş kırıklığını daha yüklenerek bıraktıkları noktadaki gerçeğe dönüyorlar. Taa bir hafta sonrasına kadar.

Son yıllarda bu duygular; toplumsal gerilimlerin paralelinde yeniden şekillenir oldu. Statlar; yavaş yavas futbolun ötesinde tepkilerin toplu olarak dile getirildikleri alanlara dönüşüyor. Futbol futbol olarak kaldı ama galiba biz değişiyoruz. Çünkü taraftarlar aynı zamanda o asgari ücretlerle yaşamaya çalışan ‘halk’ olduklarını da hatırlamaya başladılar. Ve takımlarını yüreklendirmek için yaptıkları özel destek tezahüratlarının yanı sıra; Türkiye’nin hangi köşesinde hangi maç oynanıyor olursa olsun statlarda; taraftarlığı vatandaşlığa dönüştüren, ortak bir slogan daha duyulmaya başlandı: “Her yer Taksim, her yer direniş.”  Evet futbol artık; General Franco’nun 36 yıl boyunca İspanya’yı yönetmekte kullandığını söylediği afyon olmaktan çok farklı bir noktada. Artık ne oynayanıyla, ne izleyeniyle, ne de endüstrinin diğer çarklarıyla ve ne sağcısı, ne solcusuyla kimse sadece ‘futbolcu’ değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder