21 Eylül 2013 Cumartesi

NASİP…


Son yıllarda Olimpiyat Oyunları adaylığı ile yatıp, onunla kalkar olmuştuk biliyorsunuz. Hani ‘hafta yedi, gün sekiz’ derler ya, sürekli olarak her yönüyle saygın, güvenilir yazılı basınımızın kendisi kadar renkli spor sayfalarında ya da televizyon kanallarının spor programlarında duayen kalemler (bu sözcüğün güzelim Türkçemiz’de ‘usta’ diye bir karşılığı var ama o da sahiplenildiği için ben yine frenkçesini kullanıyorum) ve konuşmacılar Olimpiyat Oyunları’nın bu kez bizim, Türkiye’nin ve İstanbul’un hakkı olduğunun gerekçelerini sıralayıp durdular. Bolca siyaset, üzerine popülizm sosu, hatta biraz din (şimdiye kadar hiçbir Müslüman ülkede düzenlenmemiş, -nedense- artık zamanıymış), sözüm ona duyumlar, (daha baştan inkar etmeye kapı açan, dayanaksızlığın tescili olan bu duyum sözcüğüne de bayılıyorum) ve aslında uluslararası platformların umurunda bile olmadıkları iç politika yatırımlarına yönelik ipe sapa gelmez yorumlardı çoğu. Bir zamanlar bir reklam filmindeki jenerik olmuş olan replik gibi; ‘ağzı olan konuşuyordu’, olmayan da yazıyordu. Reklam demişken bu ‘akil yorumlar’ öyle noktalara vardi ki Barcelona’nın Arjantinli oyuncusu Lionel Messi’nin Türk Hava Yolları reklam filminde oynadığı için Türkiye’nin adaylığını desteklediği bile söylendi. Adam kimbilir kaç para almış (bugüne kadar THY filmlerinde yer alan ne bu futbolcu, ne Kobe Bryant, ne Manchester United ve Barcelona takımları ne de tenisci Caroline Wozniacky’ye ödenen paralar açıklanmadığı için bilemiyoruz), inanılmaz yayın bedelleriyle insanları bıktıracak kadar sık yayınlanan bir reklam filminde oynamış… bitmiş. Ama olsun; hani oylama Arjantin’de yapılacaktı ya, Messi de Arjantinli’ydi ya, tamamdı bu iş, Olimpiyat Oyunları artık cepteydi. İşte vizyon bu kadardı. Reklamdan devam edelim. Kimse kusura bakmasın ama ömrünün 30 yılını bu sektöre vermiş bir kardeşiniz olarak Türkiye’nin Olimpiyat Oyunları için çektiği reklam filmi için de birkaç söz söyleme hakkını kendimde görüyorum. Bir tanıtım kampanyasının bel kemiğini ‘mesajların üzerine yükleneceği ana kavram’ olarak tariflenebilecek ‘konsept’ oluşturur. En basit örnekle ‘gazoz’ satıyorsanız markayı, şişeyi, kapağın açılışını, o gazozun köpürerek bardağa akışını ya da keyifle içilişini gösterirsiniz. Eğer söz konusu olan bir spor organizasyonu ise film, şu ya da bu yöntemle ‘spor’ ağırlıklı olmak ve sporun İstanbul’la özdeşleşmesini göstermek zorundadır. Tokyo’nun tanıtım filminde son derece başarılı bir şekilde uygulandığı gibi. Bizim tanıtım filmimiz ise kelimenin tam anlamıyla ve sadece bir ‘turizm tanıtım’ filmiydi. Üstelik ‘konsept’ yanlışlığının yanı sıra kötü çekimler, flu görseller, karanlık imajlarla dolu, kısacası bir şey anlatmayan, ‘kötü’ bir filmdi. ‘Amaca ulaşmak için her yol mübahtır.’ anlayışının gereği; yurtiçinde yıllardır koparılan yaygaraya karşın, nedense bütün filmde bir tane bile türbanlı genç kız görüntüsü bulunmuyor, çağdaş, yüzü Batı’ya dönük genç kızlarımıza yer veriliyordu. Temel bir yayıncılık (medya) yanlışı da yapılıyor ve bu film sıklıkla Türk kanallarında Türk izleyicilere gösteriliyordu ve biz Türkler, İstanbul’un Olimpiyat Oyunları adaylığını desteklediğimizi söylüyorduk. Biz… kendi kendimize söylüyorduk bunu, sanki kararı verecek olan bizlermişiz gibi.
Gerek yapılan tanıtım kampanyalarında gerek başta sözünü ettiğim ‘değerli’ eleştirilerde Olimpiyat Oyunları’nın; ‘Olimpik hareketin amacı dünya barışına ve daha iyi bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunmak üzere gençliği; hiçbir ayırım gözetmeden birbirini anlamayı, dostluğu, dayanışmayı ve FAİR-PLAY anlayışını gerektiren olimpiyat ruhu içinde spor ile eğitmektir.’ şeklinde ifade edilen özüne, felsefesine, neden var olduğu ve dört yılda bir düzenlendiğine dair eğitici, öğretici ne bir cümleye ne bir çabaya, ne bir yoruma rastladık. Yetkili büyüklerimizden bir çoğunun, adını duyduğundan pek de emin olmadığım Baron de Coubertin’in Olimpiyat Oyunları için söylediği; “Önemli olan kazanmak değil, katılmaktır. Aynen hayatın içinde de önemli olanın her şeye rağmen başarı değil, o başarı için gösterilen çaba olduğu gibi.” sözünü iyi tarafıyla değerlendirecek olursak, beşinci kez aday olduk ve kaybettik. Türk Spor Basını’nın gerçek anlamda saygı duyduğum büyüklerinden Sayın Atilla Gökçe’nin kıvrak üslubuyla ifade ettiği gibi, hayal kırıklığında beşinci halkayı da tamamladık.” 2000, 2004, 2008, 2012’den sonra 2020 Olimpiyat Oyunları da yine bize ‘teğet’ geçti. Yaşarsam 2024 yılında 73 yaşında olacağım. Ya nasip!
Meraklısına not: Baron Pierre de Fredy Coubertin (1863-1937): Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin kurucusu. Modern Olimpiyat Oyunları’nın babası. Yakın arkadaşı Peder Henri Didon’dan öğrendiği ve ‘Daha hızlı. Daha yüksek. Daha güçlü. şeklinde ifade edilebilecek ‘Citius. Altius, Fortius.’ sloganını Olimpiyat Oyunları’na mal eden Fransız eğitimci ve tarihçi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder