Son yıllarda Olimpiyat Oyunları adaylığı
ile yatıp, onunla kalkar olmuştuk biliyorsunuz. Hani ‘hafta yedi, gün sekiz’
derler ya, sürekli olarak her yönüyle saygın, güvenilir yazılı basınımızın
kendisi kadar renkli spor sayfalarında ya da televizyon kanallarının spor
programlarında duayen kalemler (bu sözcüğün güzelim Türkçemiz’de ‘usta’ diye
bir karşılığı var ama o da sahiplenildiği için ben yine frenkçesini
kullanıyorum) ve konuşmacılar Olimpiyat Oyunları’nın bu kez bizim, Türkiye’nin
ve İstanbul’un hakkı olduğunun gerekçelerini sıralayıp durdular. Bolca siyaset,
üzerine popülizm sosu, hatta biraz din (şimdiye kadar hiçbir Müslüman ülkede
düzenlenmemiş, -nedense- artık zamanıymış), sözüm ona duyumlar, (daha baştan
inkar etmeye kapı açan, dayanaksızlığın tescili olan bu duyum sözcüğüne de
bayılıyorum) ve aslında uluslararası platformların umurunda bile olmadıkları iç
politika yatırımlarına yönelik ipe sapa gelmez yorumlardı çoğu. Bir zamanlar
bir reklam filmindeki jenerik olmuş olan replik gibi; ‘ağzı olan konuşuyordu’, olmayan da yazıyordu. Reklam demişken bu
‘akil yorumlar’ öyle noktalara vardi ki Barcelona’nın Arjantinli oyuncusu
Lionel Messi’nin Türk Hava Yolları reklam filminde oynadığı için Türkiye’nin
adaylığını desteklediği bile söylendi. Adam kimbilir kaç para almış (bugüne
kadar THY filmlerinde yer alan ne bu futbolcu, ne Kobe Bryant, ne Manchester
United ve Barcelona takımları ne de tenisci Caroline Wozniacky’ye ödenen
paralar açıklanmadığı için bilemiyoruz), inanılmaz yayın bedelleriyle insanları
bıktıracak kadar sık yayınlanan bir reklam filminde oynamış… bitmiş. Ama olsun;
hani oylama Arjantin’de yapılacaktı ya, Messi de Arjantinli’ydi ya, tamamdı bu
iş, Olimpiyat Oyunları artık cepteydi. İşte vizyon bu kadardı. Reklamdan devam
edelim. Kimse kusura bakmasın ama ömrünün 30 yılını bu sektöre vermiş bir
kardeşiniz olarak Türkiye’nin Olimpiyat Oyunları için çektiği reklam filmi için
de birkaç söz söyleme hakkını kendimde görüyorum. Bir tanıtım kampanyasının bel
kemiğini ‘mesajların üzerine yükleneceği
ana kavram’ olarak tariflenebilecek ‘konsept’ oluşturur. En basit örnekle
‘gazoz’ satıyorsanız markayı, şişeyi, kapağın açılışını, o gazozun köpürerek
bardağa akışını ya da keyifle içilişini gösterirsiniz. Eğer söz konusu olan bir
spor organizasyonu ise film, şu ya da bu yöntemle ‘spor’ ağırlıklı olmak ve
sporun İstanbul’la özdeşleşmesini göstermek zorundadır. Tokyo’nun tanıtım
filminde son derece başarılı bir şekilde uygulandığı gibi. Bizim tanıtım
filmimiz ise kelimenin tam anlamıyla ve sadece bir ‘turizm tanıtım’ filmiydi. Üstelik ‘konsept’ yanlışlığının yanı
sıra kötü çekimler, flu görseller, karanlık imajlarla dolu, kısacası bir şey
anlatmayan, ‘kötü’ bir filmdi. ‘Amaca
ulaşmak için her yol mübahtır.’ anlayışının gereği; yurtiçinde yıllardır
koparılan yaygaraya karşın, nedense bütün filmde bir tane bile türbanlı genç
kız görüntüsü bulunmuyor, çağdaş, yüzü Batı’ya dönük genç kızlarımıza yer veriliyordu.
Temel bir yayıncılık (medya) yanlışı da yapılıyor ve bu film sıklıkla Türk kanallarında
Türk izleyicilere gösteriliyordu ve biz Türkler, İstanbul’un Olimpiyat Oyunları
adaylığını desteklediğimizi söylüyorduk. Biz…
kendi kendimize söylüyorduk bunu, sanki kararı verecek olan bizlermişiz gibi.
Gerek yapılan tanıtım kampanyalarında gerek
başta sözünü ettiğim ‘değerli’ eleştirilerde Olimpiyat Oyunları’nın; ‘Olimpik hareketin amacı dünya
barışına ve daha iyi bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunmak üzere gençliği;
hiçbir ayırım gözetmeden birbirini anlamayı, dostluğu, dayanışmayı ve FAİR-PLAY
anlayışını gerektiren olimpiyat ruhu içinde spor ile eğitmektir.’ şeklinde
ifade edilen özüne, felsefesine, neden var olduğu ve dört yılda bir
düzenlendiğine dair eğitici, öğretici ne bir cümleye ne bir çabaya, ne bir
yoruma rastladık.
Yetkili
büyüklerimizden bir çoğunun, adını duyduğundan pek de emin olmadığım Baron de
Coubertin’in Olimpiyat
Oyunları için söylediği;
“Önemli olan kazanmak değil,
katılmaktır. Aynen hayatın içinde de önemli olanın her şeye rağmen başarı
değil, o başarı için gösterilen çaba olduğu gibi.” sözünü
iyi tarafıyla değerlendirecek olursak, beşinci kez aday olduk ve kaybettik. Türk
Spor Basını’nın gerçek anlamda saygı duyduğum büyüklerinden Sayın Atilla
Gökçe’nin kıvrak üslubuyla ifade ettiği gibi, “hayal kırıklığında beşinci halkayı da tamamladık.” 2000, 2004, 2008, 2012’den sonra 2020 Olimpiyat Oyunları da yine bize ‘teğet’
geçti. Yaşarsam 2024 yılında 73 yaşında olacağım. Ya nasip!
Meraklısına not: Baron Pierre de Fredy Coubertin
(1863-1937): Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin kurucusu. Modern Olimpiyat
Oyunları’nın babası. Yakın arkadaşı Peder Henri Didon’dan öğrendiği ve ‘Daha hızlı. Daha yüksek. Daha güçlü.’ şeklinde ifade edilebilecek ‘Citius. Altius,
Fortius.’ sloganını Olimpiyat Oyunları’na mal eden Fransız eğitimci ve
tarihçi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder