Neler görüyoruz ve kim
bilir daha neler göreceğiz. Kurtarılması, kurulması, gelişmesi, dünya ulusları
arasında saygıyla karışık bir çekingenlikle kabul görmesi, neredeyse 80 yılı
almış olan ülkemizin ve Cumhuriyetimizin, on yıl gibi, bir insan ömrü için bile
kısa sayılabilecek bir sürede bugünkü konumuna getirilmesi karşısında keder,
üzüntü, hüzün duyuyorum. Hatta bu anlama gelen sözcüklerin yetersiz kaldığı bir
noktadayım. Olanları; sözlük anlamı ‘umutsuzluktan
doğan karamsarlık’ olan, derin bir ‘yeis’le
izliyorum. Sadece ben değil hepimiz izliyoruz.
Biliyorsunuz, ‘izlemek’
en genelinde edilgen bir eylemdir. Sokaktaki bir olayı izleriz, bir spor
müsabakasını izleriz, bir gösteriyi izleriz, televizyon izleriz, bir filmi, bir
tiyatro oyununu izleriz, çevremizde, ülkemizde, dünyada olanları izleriz. Hepsinin
ortak tarafı, izlediğimiz olgunun hep başkaları tarafından planlanıyor, yaratılıyor,
kurgulanıyor, gerçekleştirililyor, sergileniyor olması, bizim ise hep bir
kenarda duruyor, dışarıdan bakıyor olmamızdır. Katılım yoktur, paylaşma, fikir
alış verişi, ortak bir emek ya da birlikte bir üretim yoktur. Dolayısıyla; bize
ne gösteriliyorsa onu izleriz.
Bizim ülkemizde bu
izleme olayının doruğa çıktığı uygulama; televizyondur. Neler izlemeyiz ki; mucitleri
olan batı ülkelerinde bile ‘aptal kutusu’ olarak nitelenen beyaz ekranda. Birbirini
hiç tanımayan kişilerin; yine birbirlerini hiç tanımayan insan topluluklarının
ve yayını izleyen on binlerce kişinin önünde en arsız istek ve emellerini dile
getirdikleri evlilik programları. Dünyanın bilmem hangi ıssız köşesinde bir
takım kişilerin sözüm ona hayatta kalma mücadelesinin gösteriye dönüştürülmüş
hali. Şaşırtıcı bir özgüvenden başka hiç bir birikimi olmayan kişilerin, ‘bir
umut’ diyerek katıldığı yüksek para ödülü vaat eden yarışma programları. Yine
Batı taklitçiliğiyle soyunduğumuz ve her gece her kanalda en az iki-üç
tanesinin yayınlandığı, bizi hiç ilgilendirmeyen, hayatımızda, kültürümüzde
yeri olmayan, baştan başa entrika dolu, çoğu zaman sert bakışlı erkeklerin
ellerinde, nasıl kullanıldığını bile bilmedikleri silahlarla sözüm ona adaleti
kendilerinin sağladığı, kadının aşağılandığı, bozuk şive taklitleriyle,
tutarsız senaryolarla, kötü oyunculuklarla dolu ‘dizi’ denilen garabetler. Mahallelerden
toplanıp bindirilmiş kıtalar halinde stüdyoya getirilen seyircilerin
katılımıyla gerçekleştiilen ve tercihen popüler bir şarkıcının yönettiği,
‘oooh, ne eğlendik, ne eğlendik’ amacına hizmet eden, içi boş ama dehşetli
reklam geliri sağlayan sabah programları. Her hafta futbol maçlarından sonra
sporcu eskisi zat-ı muhteremlerin zaman zaman ulusal yayında birbirlerine
alenen hakaret etmeye vardırdıkları ve ülkemiz futboluna hiçbir şey katmayan,
sadece ‘onun yerine bunu oynatmalıydı’, ’yok canım, çok açık ofsayt idi’,
‘efendim bu hakemlerle bu kadar’ gibi veciz değerlendirmelerle dolu haftanın
spor eleştiri programları. Günün moda deyişiyle ‘akil adamların’ hangi akla
hizmet ettiklerinin ayan beyan ortada olduğu, karşıt görüşlere hemen hiç yer
verilmeyen, taraflı siyaset tartışma programları. Hangi kanalı açarsanız açın
aynı merkezden beslenen, yeni, farklı hiçbir şey söylemeyen, sadece ekrandaki cici-bici
spiker kızların ya da delikanlıların değiştiği, adeta karbon kopya ‘haber’
programları. Daha neler neler.
Biz de yaşanan her şeye gözlerimizi
kapatıp, sırtımızı dönüp; her hafta futbol maçlarını, her gece televizyonu, her
gün çevremizde, ülkemizde, dünyada olanları izlemeye devam ediyoruz. Tepkisiz,
katılımsız, paylaşımsız, üretimsiz. Nereye kadar? Bilmiyorum, yaşadıkça
göreceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder