4 Mayıs 2013 Cumartesi

YAŞADIKÇA…


Neler görüyoruz ve kim bilir daha neler göreceğiz. Kurtarılması, kurulması, gelişmesi, dünya ulusları arasında saygıyla karışık bir çekingenlikle kabul görmesi, neredeyse 80 yılı almış olan ülkemizin ve Cumhuriyetimizin, on yıl gibi, bir insan ömrü için bile kısa sayılabilecek bir sürede bugünkü konumuna getirilmesi karşısında keder, üzüntü, hüzün duyuyorum. Hatta bu anlama gelen sözcüklerin yetersiz kaldığı bir noktadayım. Olanları; sözlük anlamı ‘umutsuzluktan doğan karamsarlık’ olan, derin bir ‘yeis’le izliyorum. Sadece ben değil hepimiz izliyoruz.
Biliyorsunuz, ‘izlemek’ en genelinde edilgen bir eylemdir. Sokaktaki bir olayı izleriz, bir spor müsabakasını izleriz, bir gösteriyi izleriz, televizyon izleriz, bir filmi, bir tiyatro oyununu izleriz, çevremizde, ülkemizde, dünyada olanları izleriz. Hepsinin ortak tarafı, izlediğimiz olgunun hep başkaları tarafından planlanıyor, yaratılıyor, kurgulanıyor, gerçekleştirililyor, sergileniyor olması, bizim ise hep bir kenarda duruyor, dışarıdan bakıyor olmamızdır. Katılım yoktur, paylaşma, fikir alış verişi, ortak bir emek ya da birlikte bir üretim yoktur. Dolayısıyla; bize ne gösteriliyorsa onu izleriz.
Bizim ülkemizde bu izleme olayının doruğa çıktığı uygulama; televizyondur. Neler izlemeyiz ki; mucitleri olan batı ülkelerinde bile ‘aptal kutusu’ olarak nitelenen beyaz ekranda. Birbirini hiç tanımayan kişilerin; yine birbirlerini hiç tanımayan insan topluluklarının ve yayını izleyen on binlerce kişinin önünde en arsız istek ve emellerini dile getirdikleri evlilik programları. Dünyanın bilmem hangi ıssız köşesinde bir takım kişilerin sözüm ona hayatta kalma mücadelesinin gösteriye dönüştürülmüş hali. Şaşırtıcı bir özgüvenden başka hiç bir birikimi olmayan kişilerin, ‘bir umut’ diyerek katıldığı yüksek para ödülü vaat eden yarışma programları. Yine Batı taklitçiliğiyle soyunduğumuz ve her gece her kanalda en az iki-üç tanesinin yayınlandığı, bizi hiç ilgilendirmeyen, hayatımızda, kültürümüzde yeri olmayan, baştan başa entrika dolu, çoğu zaman sert bakışlı erkeklerin ellerinde, nasıl kullanıldığını bile bilmedikleri silahlarla sözüm ona adaleti kendilerinin sağladığı, kadının aşağılandığı, bozuk şive taklitleriyle, tutarsız senaryolarla, kötü oyunculuklarla dolu ‘dizi’ denilen garabetler. Mahallelerden toplanıp bindirilmiş kıtalar halinde stüdyoya getirilen seyircilerin katılımıyla gerçekleştiilen ve tercihen popüler bir şarkıcının yönettiği, ‘oooh, ne eğlendik, ne eğlendik’ amacına hizmet eden, içi boş ama dehşetli reklam geliri sağlayan sabah programları. Her hafta futbol maçlarından sonra sporcu eskisi zat-ı muhteremlerin zaman zaman ulusal yayında birbirlerine alenen hakaret etmeye vardırdıkları ve ülkemiz futboluna hiçbir şey katmayan, sadece ‘onun yerine bunu oynatmalıydı’, ’yok canım, çok açık ofsayt idi’, ‘efendim bu hakemlerle bu kadar’ gibi veciz değerlendirmelerle dolu haftanın spor eleştiri programları. Günün moda deyişiyle ‘akil adamların’ hangi akla hizmet ettiklerinin ayan beyan ortada olduğu, karşıt görüşlere hemen hiç yer verilmeyen, taraflı siyaset tartışma programları. Hangi kanalı açarsanız açın aynı merkezden beslenen, yeni, farklı hiçbir şey söylemeyen, sadece ekrandaki cici-bici spiker kızların ya da delikanlıların değiştiği, adeta karbon kopya ‘haber’ programları. Daha neler neler.
Biz de yaşanan her şeye gözlerimizi kapatıp, sırtımızı dönüp; her hafta futbol maçlarını, her gece televizyonu, her gün çevremizde, ülkemizde, dünyada olanları izlemeye devam ediyoruz. Tepkisiz, katılımsız, paylaşımsız, üretimsiz. Nereye kadar? Bilmiyorum, yaşadıkça göreceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder