8 Aralık 2012 Cumartesi

MASALLARIN MASALI…


Bir insanın; bildiklerini, gördüklerini, yaşadıklarını, gerek kendi toplumunda gerekse başka coğrafyalarda zaman içinde olagelen değişim ve farklılıkları, kendi süzgecinden geçirerek ve sindirerek başkalarıyla paylaşması gereğine hep inandım. Temel olarak eski Ayvalık ve Ayvalıklıları konu alan bu köşedeki yazılarımda bazen küçük kasabamızdan uzaklaşıp sizlerle birlikte başka ufuklara açılmamın nedeni budur. Elbette yazdıklarım öznel değerlendirmelerimdir, tartışmaya açıktır ve bazı okurlar ‘iyi de bunlardan bana ne’ diye düşünebilir ama bu satırları okuyan bir tek kişide bile bir merak, bir öğrenme arzusu, bir ‘hatırlama’ dürtüsü uyandırabilimek, dağarcıklarına bir fotoğrafı, bir bilgi kırıntısını, bir insanın anısını düşürebilmek benim için büyük kazançtır. Çünkü değişen ve eski halini unuttuğumuz, eski özelliklerinin ve güzelliklerinin üzerini kapattığımız yerler sadece Ayvalık’la sınırlı değil. Türkiye de, dünya da, sistemler de insanlar da artık bir zamanlar bildiğimiz hallerinden -iyi mi, kötü mü olduğu bakanın yorumuna bağlı olarak- çok uzak.

Aynen birkaç haftadır sizlerle gezi notlarını paylaşmaya çalıştığım; genelde Rusya, özelde Moskova gibi. Moskova’ya dair; şimdiye kadar ancak bir bölümünü özetleyerek anlatmaya çalıştığım, kültürel, mimari, kentsel, tarihsel, anıtsal… anlatacak, paylaşacak o kadar çok şey var ki. Her birinin içi süsleme sanatının en seçkin örnekleriyle bezeli muhteşem katedraller, saraylar, müzeler, Bolşoy tiyatrosu gibi dünyada simge olmuş mekanlar, Kremlin Müzesi, bahçesinde duran üç yüz yaşının üzerindeki 200 tonluk dünyanın en büyük çanı, içeriğindeki ihtişamın göz kamaştırdığı Silahhane Müzesi, geniş, ferah bulvarları, kafeleri, yüz yıllık pastaneleri, merkezin dışında kalan parkları, bahçeleri, anıtları, heykelleri… Kısacası; çeşitli yönetim biçimleri altında neredeyse 1000 yıldır var olan bir şehrin, bir halkın ve bir kültürün çağlar boyu imbikten süzülürcesine birikmiş rafine mirası. İyisi mi biz, bambaşka bir kimlik ve ihtişamdan dolayı belki bir-iki yazımızı daha ayırmamızı hak eden Saint Petersburg’a doğru yola çıkmadan önce Moskova’daki bu gezintimizi, önceki yazılarda bözünü ettiğim yerde, Novodeviçi Mezarlığı’nda, bizi ve bizden sonra nesiller boyu ziyaretine gidecek olanları sonsuza kadar bekleyecek olan Nazım Hikmet’in kabri başında noktalayalım.

Diğer bütün mezarlarda mezar taşı değil, o kişinin yaşarkenki kimliğiyle ilgili birer heykel olduğunu dile getirmiştim. Nazım’ın başucunda da tam kendisine yakışır bir abidemsi taş var. Üzerinde imzasının kazılı olduğu, devasa, yekpare, granit bir kütle. Ruhu kadar parçalanmaz, bedeni kadar dirençli, saçları kadar isyankar bir ham taş. Sessizce çömeliyoruz önünde. Söylenecek hiçbir şey yok, söylenecek çok şey var. Bize yine kendisi kadar kahır çekmiş bir büyük ustanın, Ruhi Su’nun Masalların Masalı şiirine bestelediği türküyü okumak kalıyor. Ayak ucundaki çınara yaslanıyor, okuyor ve ağlıyoruz. O çınarın gölgesinde, insanlığa armağan ettiği, her biri birer başyapıt olan yüzlerce şiiriinin sonuncusunu kendisi için yazdığı Vera’sıyla birlikte ve aynen yaşarken dizelerinde dile getirdiği şekilde yatıyor.
VERA’ya*
Gelsene dedi bana 
Kalsana dedi bana 
Gülsene dedi bana 
Ölsene dedi bana  

Geldim 
Kaldım 
Güldüm 
Öldüm

*1963, Nazım'ın son şiiri... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder