Bir insanın; bildiklerini, gördüklerini, yaşadıklarını,
gerek kendi toplumunda gerekse başka coğrafyalarda zaman içinde olagelen
değişim ve farklılıkları, kendi süzgecinden geçirerek ve sindirerek
başkalarıyla paylaşması gereğine hep inandım. Temel olarak eski Ayvalık ve
Ayvalıklıları konu alan bu köşedeki yazılarımda bazen küçük kasabamızdan
uzaklaşıp sizlerle birlikte başka ufuklara açılmamın nedeni budur. Elbette
yazdıklarım öznel değerlendirmelerimdir, tartışmaya açıktır ve bazı okurlar ‘iyi de bunlardan bana ne’ diye
düşünebilir ama bu satırları okuyan bir tek kişide bile bir merak, bir öğrenme
arzusu, bir ‘hatırlama’ dürtüsü uyandırabilimek, dağarcıklarına bir fotoğrafı, bir
bilgi kırıntısını, bir insanın anısını düşürebilmek benim için büyük kazançtır.
Çünkü değişen ve eski halini unuttuğumuz, eski özelliklerinin ve
güzelliklerinin üzerini kapattığımız yerler sadece Ayvalık’la sınırlı değil.
Türkiye de, dünya da, sistemler de insanlar da artık bir zamanlar bildiğimiz
hallerinden -iyi mi, kötü mü olduğu bakanın yorumuna bağlı olarak- çok uzak.
Aynen birkaç haftadır sizlerle gezi notlarını paylaşmaya çalıştığım;
genelde Rusya, özelde Moskova gibi. Moskova’ya dair; şimdiye kadar ancak bir bölümünü
özetleyerek anlatmaya çalıştığım, kültürel, mimari, kentsel, tarihsel, anıtsal…
anlatacak, paylaşacak o kadar çok şey var ki. Her birinin içi süsleme sanatının
en seçkin örnekleriyle bezeli muhteşem katedraller, saraylar, müzeler, Bolşoy
tiyatrosu gibi dünyada simge olmuş mekanlar, Kremlin Müzesi, bahçesinde duran
üç yüz yaşının üzerindeki 200 tonluk dünyanın en büyük çanı, içeriğindeki
ihtişamın göz kamaştırdığı Silahhane Müzesi, geniş, ferah bulvarları, kafeleri,
yüz yıllık pastaneleri, merkezin dışında kalan parkları, bahçeleri, anıtları,
heykelleri… Kısacası; çeşitli yönetim biçimleri altında neredeyse 1000 yıldır
var olan bir şehrin, bir halkın ve bir kültürün çağlar boyu imbikten
süzülürcesine birikmiş rafine mirası. İyisi mi biz, bambaşka bir kimlik ve
ihtişamdan dolayı belki bir-iki yazımızı daha ayırmamızı hak eden Saint
Petersburg’a doğru yola çıkmadan önce Moskova’daki bu gezintimizi, önceki
yazılarda bözünü ettiğim yerde, Novodeviçi Mezarlığı’nda, bizi ve bizden sonra
nesiller boyu ziyaretine gidecek olanları sonsuza kadar bekleyecek olan Nazım
Hikmet’in kabri başında noktalayalım.
Diğer bütün mezarlarda mezar taşı değil, o kişinin
yaşarkenki kimliğiyle ilgili birer heykel olduğunu dile getirmiştim. Nazım’ın
başucunda da tam kendisine yakışır bir abidemsi taş var. Üzerinde imzasının
kazılı olduğu, devasa, yekpare, granit bir kütle. Ruhu kadar parçalanmaz,
bedeni kadar dirençli, saçları kadar isyankar bir ham taş. Sessizce çömeliyoruz
önünde. Söylenecek hiçbir şey yok, söylenecek çok şey var. Bize yine kendisi kadar
kahır çekmiş bir büyük ustanın, Ruhi Su’nun Masalların Masalı şiirine
bestelediği türküyü okumak kalıyor. Ayak ucundaki çınara yaslanıyor, okuyor ve
ağlıyoruz. O çınarın gölgesinde, insanlığa armağan ettiği, her biri birer
başyapıt olan yüzlerce şiiriinin sonuncusunu kendisi için yazdığı Vera’sıyla
birlikte ve aynen yaşarken dizelerinde dile getirdiği şekilde yatıyor.
VERA’ya*
Gelsene
dedi bana
Kalsana
dedi bana
Gülsene
dedi bana
Ölsene
dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder