İstanbul’a ilk geldiğim yıllarda, (bu arada; tam 27 yıl olmuş, zamanın ne kadar hızlı geçiyor olduğunun ancak böyle örneklemelerle farkına varıyor insan) hayat da, insanlar da, ilişkiler de ve galiba Türkiye de çok farklıydı. Şimdi, alışveriş merkezleri, her gün İstanbul’un siluetini mızrak gibi yarıp gökyüzüne uzanan sayısız gökdelenleri, giderek çılgınlık düzeyine ulaşan trafik keşmekeşi, ardı arkası kesilmeyen göç alma ve beraberinde getirdiği sosyal karmaşa ve suç oranındaki ürkütücü artışla, sanki övünülecek bir şeymiş gibi ‘tam bir metropol’ olmaya doğru gidiyor İstanbul.
Teknolojideki; ithal edilmiş, üretilmemiş ve sindirilmemiş gelişmeler sonucu insanımızın kimyası bozuluyor. Tamam; son bir-iki haftadır sizlere aktarmaya çalıştığım yeni iş kolları, yeni meslekler, yeni kazanç kapıları ortaya çıkıyor ama yeniye uyum sağlamak için mutlaka eskiyi inkar etmek, yoksamak, yaşama hakkı tanımamak mı gerekiyor diye sormadan edemiyor insan. Hayatı zenginleştiren, anlamlı kılan, yüzümüze bir gülücük ekleyen eski güzellikler birer birer yok oluyor.
Başa dönmek gerekirse; o yıllarda ; ünlü operette söylenildiği gibi; ‘Şişli’de bir apartman’da oturuyorduk. Sabahları sokak arasında; güne aydınlık başlamamıza neden olan, tanıdık, bizden bir çıngırak sesi duyulurdu. Boynuna astığı iki kefenin birinde taze köy yumurtaları, diğerinde halis koyun sütünden yapılmış, kesme yoğurt olan ihtiyar amcanın çıngırağıydı bu. Onunla işimiz biterken sütçümüz gelirdi. Büyük güğümlerinden yarım ya da bir litrelik el maşrapasına ustalıkla akıttığı sütten alırdık, çocuklarımız okula gitmeden önce eşimin kaynattığı bu sütü içer, üzerinde oluşan taze kaymağı iştahla yerlerdi.
Aklım ve gönlüm kendi çocukluğumun Ayvalık’ına, rahmetli sütçü Ali amcaya giderdi her seferinde. Her sabah, ileri derecede miyop gözlerindeki halk tabiri ile ‘şişe dibi’ gibi gözlükleriyle kapımıza gelir, sütünü verir ve kapının yanına, ‘sabit kalemi’ ile bir çentik atar, giderdi. Ay başlarında o çentikler sayılır, ücreti ödenirdi. Ne herhangi bir ‘aldın-verdin’ tartışması yaşanırdı, ne de karşılıklı bir hesap sorulması. Kasabamda olağan karşılanan bu aynı ruhu, yıllar sonra, kendi çocuklarım olduğunda, İstanbul’da yakalamak çok değerliydi benim için.
Pazar günleri ayaklı sergilerinde sokak aralarında balıkçılar dolaşırdı. Daha bir gece önce İstanbul Boğazı’nda yakalanmış lüfer, levrek, mevsimine göre kofana, hamsi getirirlerdi evlerimizin önüne kadar. Hatta, günümüzün moda deyişiyle ‘roman’ ama benim gönlümde her zaman, tarih kadar eski bir kültürün temsilcisi olan, onur duyulacak geçmişleri ve adları ile çingene kızları, kadınları çiçekler gibi açmış kıyafetleri ve şakıyan sesleri ile sokak aralarında çiçek satarlardı. Çünkü sokak, hayatın önemli bir parçası idi, hayatın içindeydi, hayatın ta kendisiydi. Bugün ise sokak, bir yerden başka bir yere giderken yürüdüğümüz bir geçit. Bütün bunlar, son 25 yılda oldu.
Değiştik, hayat da, insanlar da, ilişkiler de ve galiba Türkiye de çok değişti. Günümüzün vahşi rekabeti ve hayatta kalma mücadelesi içinde bu söylediklerim sizlere birer fantezi gibi gelebilir ama inanın, insanı insan kılan, yumuşatan, eşine, çocuğuna, komşusuna daha sevecen, daha anlayışlı davranabilmesini sağlayan etkenler bu küçük, küçücük ayrıntılardı. Kaybettik. Ne yazık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder