11 Eylül 2010 Cumartesi

SAYFAYI ÇEVİRMEK


Geçen haftaki yazımda üniversite sınavı sonrası gerek idari sorumsuzluklar gerekse yetersiz eğitim sonucu çocuklarımızın içine düştüğü, daha doğrusu düşürüldüğü durumdan duyduğum üzüntüyü aktarmıştım. Olaya hiçbir zaman ‘biz nasıl olsa çocukları büyüttük, meslek sahibi yaptık’, ne yapalım, Allah şimdiki ana-babalara ve çocuklara yardımcı olsun umursamazlığıyla ve uzaklığıyla bakamadım. Her yıl tekrarlanan bu trajedi, bir baba ve eski bir eğitimci olarak inanın içimi yakıyor. Çünkü biz; hayata dair çevremizde olup biten hemen herşeye bir gazete haberi olarak bakıp sayfayı çeviriyoruz. Oysa o olayların odağında olan insanlar için o sayfa hiç kapanmıyor. Bu yıl sınava giren öğrenci sayısı 1 milyon 587 bin. Geçen yıl     1 milyon 451 bin idi. Geriye doğru her yıl aşağı yukarı bu sayıda gencimiz, bir gelecek umuduyla sınavda kazanmak, aileleri de yıl boyunca dersane taksitlerini ödemek için ter döküyor. Peki yıllardır üst üste yapılan bu engelli koşu sonucu şu anda Türkiye’deki yüksek öğrenim kurumlarında okuyan toplam öğrenci sayısı kaç, biliyor musunuz? 2 milyon 900 bin civarında.
NEREDELER... Her yıl sistem dışına itilen gençlerimiz nerede, ne yapıyor? Sokakta, tüm yurtta kahvehanelerin yerini almış olan, karanlık, havasız internet kafelerde, orada, burada, dağda! Her nerede olurlarsa olsunlar, daha yolun başında bile değiller. Daha evlenecekler, erkekler askerlik yapacaklar, bulabilirlerse işe girecekler, çocuk sahibi olacaklar, alacalı reklamlarla gönülleri çelinip, kredi kartları alacaklar, hangi kaynaktan ödeyeceklerini düşünmeden borçlanacaklar... Bir de bakmışlar ki, çocukları üniversite sınavına giriyor. Ve bir gün bir büyük yetkili çare ya da cevap olarak çıkıp diyecek ki; “Canım herkes üniversiteye gitmek zorunda mı?” İşte sevgili dostlarım 1980 sonrası; bir insan için uzun sayılabilecek ama bir ulusun tarihi için kısacık bir süre olan 30 yılda geldiğimiz nokta bu. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahibiz. Dev gibi dinamik ve üretken bir kitle; atıl duruyor. Bu kitle Batılı olsun, Doğulu olsun diğer ülkeler için tek anlama geliyor: Dev gibi bir tüketici topluluğu. O yüzden geliyorlar, akın akın geliyorlar. Marketleriyle, markalarıyla, gıdalarıyla, alışveriş merkezleriyle, bankalarıyla, cep telefonlarıyla, borsa gibi, üretime dayanmayan sadece kar endeksli yatırımlarıyla ve işin daha da kötüsü, dikte ettirilen yaşam biçimleriyle geliyorlar.
DOKUNUYOR... Ve biz; bize ‘gelişim’ diye yutturulmaya çalışılan bu ‘değişimi’ izliyor, gazetede bir sayfa daha çeviriyoruz. Ulus olarak sistemli bir şekilde apolitize edildik, ediliyoruz. Okumuyoruz, düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz. Tam bir ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ aymazlığı içindeyiz. Ama o yılan dolaylı yollardan da olsa çocuklarımızın hayatlarına ve geleceklerine dokunuyor, bu da sevgili hemşerilerim, doğrusu bana çok dokunuyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder